İnsanın kaderiyle yaşadığı yerin kaderi çoğu zaman aynıdır. Bunu en iyi Edip Cansever tarif etmektedir belki de. Mendilimde Kan Sesleri şiirinde şöyle der: “İnsan yaşadığı yere benzer, O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer, Suyunda yüzen balığa, Toprağını iten çiçeğe, Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine, göğüne benzer ki gözyaşları mavidir, denize benzer ki dalgalıdır bakışları, anısı işsizliktir, acısı bilincidir…” Çoğu zaman şehrin tarihi de insanın kişisel hikayesiyle yolları birleşir. Hikayeler ortaklaşır, gezilen, yürünen sokaklar, caddelerde geçmişin hikayeleri fısıldar bizlere… Bizler de adımladığımız yerlere, geride bıraktığımız zamana kendi hikayelerimizi bırakırız. Bu dünyadan kendimizin de geçtiğine dair kanıt olsun diye, yaşadıklarımız unutmasın diye. Sırf bu sebepten insanın hikayesi, şehrin eski sakinlerinin hikayesine karışır. Kaderler çoğu zaman ortak olur.
Bu söylemeye çalıştığım kendi kaderini, yaşadığı yerde arayan mahallenin mutlu sakinleri için elbette. İnsan ancak bir yerde sabit kalırsa, bir şehrin hikayesiyle özdeşleşebilir zaten. Bu durumun izlerine en çok edebiyatta karşılaşırız. Orhan Pamuk’un İstanbul’u, Calvino’nun Görünmez Kentler’i, hatta Yaşar Kemal’in Çukurova’sı bizlere yazarlar ve kentleri arasındaki sıkı bağı en iyi şekilde özetlemektedir. Bu listeye hiç şüphesiz Murat Özyaşar’ı da eklemeliyiz. Türkiye edebiyatının son yıllardaki en kıymetli öykücülerinden Murat Özyaşar’ın Doğan Kitap’tan yayımlanan yeni kitabı Aslı Gibidir Diyarbakır Hikâyeleri de yazarın hikayesiyle, kentin hikayesini buluşuyor. Aslı Gibidir, yazarın çeşitli yerlerde yazdığı yazılardan oluşuyor. Özyaşar’ın metinleri, ünlü çizer Selçuk Demirel’in çizgileriyle zenginleşmiş.
Murat Özyaşar, Aslı Gibidir’de, Diyarbakır’ın, orada büyümeyi, doğmayı, iki dille hayata devam etmenin, anlamlandırmanın zorluklarını içtenlikle anlatıyor. Özyaşar, hoş bir tercihle kurguyla, anıyı harmanlıyor. Bizleri çarpıcı bir Diyarbakır yolculuğuna çıkarıyor.
İki dil tek hayat
Murat Özyaşar, Aslı Gibidir’de en çok iki dille yazmanın, konuşmanın, düşünmenin, hayatı anlamlandırmanın zorluklarına değiniyor. Kürtçe’nin yasaklı olması, Türkçe’ye de tam olarak hakim olunamamasının yarattığı ikilemlerine değiniyor. Yazar, Diyarbakır’da herhangi bir dilin tam olarak asla konuşulamadığını aktarıyor; kamusal alanda her daim “aksayan” bir dilin, söz öbeğiyle karşılaşılabileceğini, iki dilin birbirine karıştığı bir ortamda büyüme hallerini resmediyor. Konuşarak, yazarak anlamlandırmaya çalıştığımız bu kaotik dünyada ana dilimiz bizim için önemli bir yol göstericidir bir anlamda. Onun sayesinde, onun imkanları doğrultusunda hayatı yorumlayabiliriz sanırım. Dolayısıyla Wittgenstein’ın dediği gibi “dilimizin sınırı dünyamızın da sınırını” gösterir. Peki biri yasaklı, diğer serbest iki dille büyümenin zorlukları imkansızlıkları nelerdir? Yıllar içinde bu denli karışmış iki dille hayata devam etmek mümkün mü? Yazar, kitap boyunca biraz da bu soruların peşine düşüyor. İki dilin imkanlarını sorguluyor. Yazar, kitap boyunca Kürtçe ve Türkçe’nin birleştiği, ayrıştığı yerlere odaklanıyor. Bazı kelimelerine iki dildeki karşılıklarını ve farklılıklarını anlatıyor.
Bununla beraber iki dilli yaşamanın imkansızlıklarından bir tanesinin de dile dökülemeyen acılar, yaslar olduğunu hatırlatıyor. Kelimelerle tarif edilemeyen bir Felaketin anlatısı da eksik kalıyor haliyle. Dile getirilemeyen, trajediden de geriye sessizlik kalıyor. Kulağı sağır edecek kuvvetli bir sessizlik belki de… Yine Wittgenstein’dan yardım alırsak: “Üzerine konuşulamayan üzerine susmak lazım” ya da Özyaşar’ın ifadesiyle: “… Bana kalırsa Felaket’in yarattığı tahribatı ve Felaket’in dildeki tezahürünü de gösterir. Çünkü bu Felaket zamanında yitirdiğimiz sadece canlar olmamış, dil de bu Felaket’ten nasibine düşeni almıştır.”
Murat Özyaşar, bir yazar olarak da bu iç içe geçmenin karmaşıklığından, yer yer de onu zenginleştirdiği anlatıyor. İki dille düşünmek ve yazmak durumunda kalan bir yazar için de hangi dilde yazılacağı da önemli bir soru olarak hayatı boyunca karşısına çıkmış. “Zihin dünyama da, şeyleri kavrayışıma da, eşyayı anlama biçimine de sirayet eden bir “yarılmış dil” var. Ve ben bu dili, anadilim olarak görüyorum çok zamandır. Çünkü tam da Dünya Ana’dan el alan bu yarılmış dilin içine doğdum ben. Melez değil, “kırma” demek daha doğru sanki bu dil için… Tercih veya zorunluluktan öte, bu “kimsiz dil”le dile geldiğimi düşünüyorum sadece.”
Diyarbakır’da yaşamak
Aslı Gibidir, dil meselesi olduğu kadar bir kentin de hikayesi. Yazarın hikayesiyle Diyarbakır’ın hikâyesini buluşturan bir kısa Türkiye tarihi aslında. Özyaşar, daha ilk metninde bizi Diyarbakır’da büyümenin, yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Tansiyonun ve gerilimin bir an bile düşmediği bir kentte her an kepenk indirme durumunda kalan esnaflık hallerini anlatıyor, sonra ufak yaşta siyasetle, “devlet dersiyle” tanışmak durumunda kalan çocukların, “erken kaybedenlerin” hikayelerinden kesitler sunuyor. “Aslında sadece bunu demeliydim galiba: İçinde devletin ve isyanın geçtiği uzun bir cümledir Diyarbakır” Kayıpları, bir türlü yüzleşilemeyen yakın-uzak tarihimizle, tutulamayan yasların kentini olduğun hatırlatıyor. “İstikrarlı bir şekilde büyüyen tek yerin mezarlıklar olduğu, yasaklanmış bir yasın uzun yıllardır sürdüğü, bu sebeple de travmadan bir türlü çıkılamayan, korkunç sarı kahkahaların uzun uzun atıldığı bir şehirdir.”
Sonra istikameti kendi biraz kendi hikayesine kırıyor. Diyarbakır İstasyonu’ndan memlekete bakıyor, yoksulluk hallerini resmediyor. Perdede ilk kez izlenen Yılmaz Güney filmi’nde kentin izlerini arıyor. Yılmaz Güney’in duruşunun şehrin gençlerine olan etkisini kendi gözleriyle görüyor bir kez daha. Özyaşar’la birlikte yürüdüğümüz şehrin sokaklarında, Cemal Süreya, Ahmed Arif, Tahir Elçi de bizimle birlikte geziyor. Onlar bizlere bu kısa yolculuğumuzda şiirler, dizeler söylüyorlar, hikayeler anlatıyorlar.
Aslı Gibidir, özet olarak Diyarbakır’ın makus talihini, şehrin son 30 yıldaki halini anlatıyor. Murat Özyaşar’ın tarihiyle şehrin tarihi birleşiyor; hikayeleşiyor.Her gün yüksek sesle unutmayacağız diyip ertesi gün neyi unutmayacağımızı bile unuttuğumuz bir çağda; en çok da yaşananları hatırlamak, belleğimizi diri tutmak, yas sürecimizi tamamlamak için hikayelere ihtiyacımız var sanki.
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2019)