“Bazen insanın her şeyi anlaması bir işe yaramaz…”
Ralf Rothmann ile yolumun kesiştiği ilk öykü “Deniz Kenarında Geyikler.” Bu öyküyü okuduktan sonra kitabını almaya karar verdim. Kitabı okumaya başladığımda bu öykünün neden bu kadar aklımda yer ettiğini kendi kendime sordum. Ralf Rothmann büyük bir hikâye anlatmıyor, hayatın içinden sıradan bir kesit anlatıyor. Herkesin yaşayabileceği olaylara değiniyor. Peki bu kadar ilgi çekici olan nedir? Sanırım duyguları anlatma biçimi. Bunu anlatırken davranışlardan yararlanıyor ve kişilerin konuşmalarına anlamlar yüklüyor. Bu gerçekten etkileyici bir öykü kurmacası.
“Deniz Kenarında Geyikler” adlı öyküde olay örgüsü gayet basit. Boşanmış bir kadının bebeğiyle beraber yaşamda var olabilme mücadelesini anlatılıyor. Buraya kadar tamam ama yazarın verdiği ayrıntılara ne demeli? İşte bu noktada aslında hayatın sıradanlıkları arasına gizlenmiş ayrıntılardan oluştuğunu anlıyoruz. Ret cevabı aldığı iş görüşmesinden sonra yeniden aynı iş için arandığında kadının “kinayeli” çıkmasına özen gösterdiği sesi, bu sırada bebeğinin gömleğinin kolunda gördüğü delik, kek kokusunun odaya anısını doldurması gibi etkili ve nereye varacağını merak ettiğiniz cümlelerle karşılaşıyorsunuz. Paslı arabanın üzerindeki karı süpürürken ya da jant kapağı eksik tekerini süzen komşuların gözünden kahramanın maddi durumu detaylandırılıyor. Yeni bir düzen kurmak karlı bir yolda paslı arabayla seni sollayan kamyonetlerin arkasında kalmana benzeyebilir, diyor yazar.Eşiyle yaşadığı eve uzaktan bakarken bahçeye ilk diktikleri ağacın “yalancı iğde” olması, iğdenin dikenli bir bitki olması, açtıktan sonra pas tutmuş gibi solması dikkate değer bir benzetmenin peşi sıra yükleniyor. Peki ya sonunda Baltık denizine bakarken sıradan gibi görülebilecek geyikler acaba anlatıcıya neyi anımsatıyor? Kimin ayak izlerini?
Doğu’nun Gururu adlı öyküyü farklı cephelerden iki anlatıcı anlatıyor. İki farklı bakış açısıyla öykü önümüze seriliyor. İki tarafında tanıyıp bildiği birinin zaafını keşfeden küçük bir çocuk zekası sayesinde olayı kendi lehine şaşırtıcı bir sona bağlıyor.
Islak Serçeler zaman hikâyesi olarak çıkıyor karşımıza. İnşaat ameleleri ve şef arasında gelişen durumlar “bazen insanın her şeyi anlaması bir işe yaramaz,” dedirtiyor.
Ralf Rothmann öykülerinde anlatıcının gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Tıpkı “Matemlerin En Büyüğü” öyküsünde kehribar taşlı yüzüğün içinde , minicik bir sineğe dikkatimizi yoğunlaştırması gibi.Öykünün beklentiler hayal kırıklıkları ile sonuçlanabilir, diyen dikkate değer bir kurgusu var.
“Ruhun Gölgeleri” hikâyesinde aynı apartmanda yaşayan insanların birbiri üzerindeki etkisi anlatılıyor.
Ergenliğin başında bir genç kızdan dinlediğimiz hikâye “İki Ayaklı Fırıncım” olarak çıkıyor karşımıza. Genç kız sorguluyor. “Demin iki ayaklı fırıncım diyerek ne demek istediniz? Zaten herkesin iki ayağı yok mu?” İnsanların kelimeleri arasında niyetleri de mi gizlidir, sorgusunu ortaya çıkarıyor.
“Ve kadını üzüntüden uyurken buldu,”(s.82) cümlesiyle “Getsenami” öyküsü başlıyor. An’da kalamadıktan sonra zamanın ne önemi var? “Gözler kapatılarak derin bir soluk alınan ve ardından dün atlatıldı sanılan güne bir kez daha başlanan kısa bir an.” (s.82) Getsanami belki de sonuna gelinmiş bir ömrün bir önceki günü.
“Makarna İster Misin?” Hayat bitti dediği yerde başlıyor, diyor.
“Sivri Ayakkabılar” ile gözlem gücü keskin anlatıcı detayları bir dedektif gibi iz sürerek yansıtıyor.
Yazar “Yıldırımı Gömmek” adlı hikâyede iki farklı karakteri küçük ayrıntılar üzerinden şekillendiriyor.
“Ben de kitabımı açıyordum. Kuzey kutbuyla ilgili, oraya yapılan ilk keşif gezileri, acayip heyecanlı, orada da sürekli donarak ölüm yazıyordu, donarak. Tahmin edin ben ne okudum? Doyarak ölüm! Babam şairane bir bakışım olduğunu söylüyor. Sıra yine sende!” (s.151) “Binlerce Rahip” adlı öyküden alınan bu parça harflerin yeri değişirse –ayrıntıyı kavrayış biçimimiz- trajik bir olay komik de olabilir mi diye düşündürüyor.
“Bütün yol” öyküsü bütünü nereden ne kadar görebildiğimiz üzerine yoğunlaşıyor. “Bütün bunlar Dormagen’den çıktıktan sonra oldu, arazi acayip genişledi ve ben Peru’yu düşündüm ve aslında sınır diye bir şeyin olmadığını, öyle değil mi? Bunlar sadece insanların kafalarındaki ya da kâğıt üzerindeki çizgiler, hayatla alakası yok, hele lamalarla hiç.” (s.168)
edebiyathaber.net (12 Temmuz 2019)