Önündeki evrakı alelacele imzalayıp hızla kalktı koltuğundan. Küçücük büroda kapıya ulaşması için bir sürü engeli aşması gerekiyordu. Masanın üzeri, üç duvarı boydan boya kaplayan dolapların rafları, pencerenin kalın içerlekli pervazı, hatta arkalığının vidası düşmek üzere olan misafir sandalyesinin oturak yeri bile dosyalarla, evraklarla tıklım tıkış doluydu. Bilerek koymuştu misafir sandalyesine o dosyaları gerçi… Vidasını da özellikle sıkılamıyordu. Normalde misafir sandalyesinin yanında duran sehpayı, masasıyla dolapların arasındaki boşluğa yerleştirmiş, yeni işlem görecek klasörleri bunun üzerine istiflemişti. Kendisine, ancak yan dönüp geçebileceği kadar daracık bir koridor kalmıştı sehpayla masanın arasında.
Tam o koridordan yan yan yengeç yürüyüşüyle geçerken odanın kapısı çalındı alacaklı gibi. “Hassiktir!”, dedi yalnızca kendi duyabileceği bir sesle. Kötü zamanda yakalanmıştı. “Onun çalışı bu!”, diye düşündü sıkıntıyla. Bir çöktü mü kalkmak bilmiyordu herif. İş güç yok tabi. Muhabbete adam arıyor,bula bula da hep, eski personelden iş yerinde kalan Hamdi Bey’i buluyordu.Yaşıtlarının hepsi emekli olup gitmişti. Aynı dönemden sadece ikisi kalmıştı kurumda çalışan. Gençlerle frekansı tutmuyormuş! “Frekansına sıçtığımını…” İsteksizce, “Buyrun!”, demeye hazırlanırken kapı açılıverdi. “Madem kapıyı çalıyon, bekle bari, hırbo!”.
Geniş gülümsemesi ve kocaman göbeğiyle Müdür Bey top gibi yuvarlanarak girdi içeriye.
-Kolay gelsin Hamdi Bey! Beş dakika uğrayayım dedim. Ardiyede işler nasıl?, dedi göbeğini hoplata hoplata gülerek.
Ardiye diye dalga geçiyordu bir de sıkış tepiş odayla. Densiz! İşe yeni giren tıfıllara bile daha geniş odalar verilirken, bunca yılın memuru Hamdi Bey’e senelerdir reva gördükleri buydu işte.
-Buyrun Müdür Bey, dedi Hamdi Bey ağzının ucuyla. Misafir sandalyesinin üzerindeki dosyaları kucaklayıp pencere pervazında yığılı klasörlerin üzerine tepiştirdi.
-Gördüğünüz gibi, artık odun koyacak yer kalmadı ardiyede, dedi. Yapmacık bir kahkaha koyuverdi peşinden. Ne yazık ki bu gülüşün hoplatabileceği bir göbeği yoktu Hamdi Bey’in. Kupkuru vücudunda sönümlendi gitti kahkahası.
Müdür, bozulduğunu belli etmemeye çalışarak, “Bu herife de son zamanlarda bihaller oldu. Deli cesareti geldi galiba. Saygıda kusur etmezdi ya! Odun, modun!”, dudaklarını büktü,“Haydi hayırlısı bakalım”, diye düşündü.Göz ucuyla Hamdi Bey’in koltuğuna bakarak, yamuk yumuk iskemleye ilişti. “Koltuğuna oturmayayım diye özellikle kapattı yolu,şerefsiz”, diye geçirdi içinden. Geçen gün uğradığında aradan geçmeye çalışmış, göbeği buna izin vermeyince klasörleri devire devire geri dönmek zorunda kalmıştı.
Camdan içeriye sızansolgun akşamüstü aydınlığı, dosya tepesinin yükselmesiyle iyice azalmış, loş odanın içi neredeyse karanlık olmuştu. Hamdi Bey, arkalığı tıngırtıngır oynayan sandalyede eğreti bir şekilde oturan şişman adamın arkasından süzülüp kapının yanına gitti. Lambanın düğmesine bastı. Orada, gözlerini iyice kısıp, adamın kat kat ensesine düşmanca bakarak bir süre bekledi. On-on beş saniye sonra tavandaki flüoresan zırıl zırıl öterek çalışmaya başladı. Oda çiy beyaz ışığa gömüldü. Dönüp koltuğuna oturdu Hamdi Bey, ancak misafiriyle daha iki çift laf etmeden telefona sarıldı.“Çay ne kadar çabuk gelirse, adam o kadar çabuk gider”, diye düz mantık düşündü. Alacağı cevabı bilerek, -Çayınız küçük mü olsun, büyük mümüdürüm?, diye sordu nazikçe.
-Bizim belimiz kalın, bari çayımız ince belli olsun Hamdi Bey’ciğim, diye alışılmış esprisini yaptı Müdür. Çayı duyunca keyfi yerine gelmişti. Bedavaya bayılırdı.
Her zamanki gibi gülüştüler.Hal hatır sorma faslına geçildi. Az sonra çaycı geldi, Müdür Bey’in çayını, masanın köşesindeki dosyaları az öteye ittirip, yarattığı ufak boşluğa sıkıştırdı, geldiği gibi sessizce gitti. Hamdi Bey kendisine çay söylememişti. Canı da çekmiyor değildi ya, neyse!
Sohbet devam ediyordu. Misafiri çayını yudumladıkça, Hamdi Bey’in, özgür kalacağı anın yaklaştığına dair umudu ve sabırsızlığı artıyordu. Bakışları konuğundan uzaklaşmaya, dalgınlaşmaya, cümleleri iyice kısalıp, kopuklaşmaya başlamıştı.Adamın ileri sürdüğü, başka zaman olsa asla kabul etmeyeceği, nezaketle karşı çıkacağı saçma sapan fikirleri bile, sırf tartışma açılmasın ve konuşma uzamasın diye, ha,hı diyerek geçiştirmeye çalışıyor, konunun derinleşmesine neden olabilecek düşüncelerini özenle dizginleyerek ortaya çıkarmaktan kaçınıyordu.Kendisinin bu davranışına canı sıkılmıştı, fakat mevcut durumun yarattığı baskı çok daha etkili ve kapsamlı olduğundan aldırmadı.
Hamdi Bey’in yüzü al al olmuş, alnında küçük ter damlaları birikmeye başlamıştı. Yemeğini yememekte direnen hımbıl bir çocuğun,çıldırmak üzere olan velisi gibi hissediyordu kendini. Çay bardağını alıp, misafirinin burnunu parmaklarının arasında iyice sıkıştırdıktan sonra ağzına dayamayı, “İç bakayım artık şunu, bitir hadi, aaa ne uyuz şeysin sen be!”, diye söylenip çayını bitirttirmeyi hayal etti bir an. Bu düşünce kısa bir süre sıkıntısını unutturdu,ağzı kulaklarına doğru yayıldı. Sırıtmasını,karşısındaki insan için bir gariplik olmaktan çıkarıp, mantıklı bir nedene oturtmak amacıyla, o ara konuştukları konuyla ilgili kısa bir fıkra anlattı.Gülüştüler. Gülüşmenin sonrasında oluşan sessizliği kırmak için yeni konu açmadı, misafirinin yeni sohbet oluşturma çabalarını kısa, verimsiz cümlelerle boşa çıkardı. Suratı iyice asılmış, misafirine hiç fırsat vermeden işlerinin yoğunluğundan bahsetmeye başlamıştı hararetle.Keyfi iyice kaçan Müdür Bey sonunda kalkmaya davrandığında, gönlü canlandı, gözleri kıvılcımlandı, belli etmemeye çalıştığı bir neşe kapladı içini Hamdi Bey’in. “Eh, ben kalkayım artık”, cümlesine karşılık hiçbir şey söylemedi. Müdür Bey’in bayağı bozulduğu anlaşılıyordu. Umursamadı. Hemen ayağa fırlayıp, “Güle güle müdürüm, kolay gelsin size” dedi, hırıltılı bir sesle.
Misafiri çıkar çıkmaz yengeç pozisyonunu aldı, çok hızlı hareket etmesi gerekiyordu. Arkasında devrilen klasörlere aldırmadan kendini odadan dışarı attı.Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle merdivenleri üçer beşer inip, bürosunun bulunduğu katta tuvalet olmamasına küfürler sallayarak alt kattaki tuvalete koşturdu…
Çok sık geliyordu çişi son zamanlarda. Prostat denen bela ona da musallat olmuştu. Bu yüzden sevmiyordu uzun ziyaretleri. Misafiri odada yalnız bırakıp gitmek kabalık olarak değerlendirilebileceğinden, sıkıyordu kendini. Patlayacak gibi oluyordu bazen. Kovalayası geliyordu, karşısında oturmuş hiçbir şeyden habersiz gevezelik yapan münasebetsizi. Bu yüzden canı çok sıkılıyordu. Emekli olmayı bile sık sık düşünmeye başlamıştı son günlerde.
Tuvaletten döndüğünde rahatlamış, neşelenmiş, eski tazeliğine kavuşmuş, emekli olmaktan vazgeçmişti Hamdi Bey.
Yüzünde huzur dolu bir ifadeyle ahizeyi kaldırdı. Çaycıyı arayıp kendine ince belli bardakta, demli bir çay ısmarladı.
Çiğdem Özerdoğan kimdir?
1966 doğumlu. Elektronik mühendisi. Bir kamu kuruluşundan emekli. Ankara’da yaşıyor.
edebiyathaber.net (23 Temmuz 2019)