Ütopik toplum anlayışının antitezi olarak kullanılan distopyanın ilk olarak John Stuart Mill tarafından kullanıldığını söylüyor kaynaklar ve gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanıldığını da ekleyip distopik toplumların özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer aldığını belirtiyor. Metin Celâl’in son romanı Hayatın Ucu, (Everest Yayınları) belki de, şimdiye bulaşmış bir geleceğin iğnesini batırıyor kalbimize. Kitap, ne George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü ne de Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanlar kadar “uzak” yazıldığı döneme. Gölgesi ruhumuza düşen, yakın bir gelecekte de kalbimizi kaplayacak olan kent yalnızlığının, duygusuzluğunun, insansızlığının, yoksulluğunun, ailesizliğinin, iletişimsizliğinin ayak seslerinin habercisi gibi…
Yazar, bizleri, hiçbirimizin sevgiyle ve sakince oturmadığı “dişçi koltuğu”na oturtuyor daha ilk sayfalarda. Dişçinin yüzündeki soğukluk oturur oturmaz ruhumuza işliyor. Acımayacak, diyen birileri yok. Acıyacak diyor yazar, ve başlıyor dişlerimizi bir bir oymaya…
Yakın zaman önce eşini kaybetmiş emekli bir adam. Ölüm, onu eşinden ayırsa da hayata tutunacak bir oğlu var, Sedat. Haylaz. Hayırsız. Ama evlat işte. Altınoluk’ta sakin emekli hayatından onu alıp kendi kuyusuna çağırıyor babasını. Gel, diyor, olur mu böyle tek başına! Bizimle kalırsın, hem gelinine de yalnız hayatında eşlik edersin. Korursun. Kollarsın. İstanbul baba için uzak bir şehir. Her yönüyle. Emekli ve yaşlı insanların en büyük korkusunun “bir işe yaramamak” olduğunu bilecek kadar kurnaz Sedat. Yapacak bir işin mi var, diyor. Evlat işte. Çağırınca gidilir. Gidiyor kahramanımız. Sakin emekli yalnızlığından oğlunun ve kaderinin eştiği kör kuyuya düştüğünü bilemeden. O artık karanlık ve kör bir yalnızlığın içinde. Çırpınıyor. Gelini Aslı. İki kişilik karanlık yalnızlığının bir diğer parçası. Sedat bir var bir yok. Sedat yok. Sedat hiç yok. Evlat işte! Kökünden sökülen bir diş!
Anlatıcı, Hüseyin Rahmi’nin Avnussalah’ını aratmayan bir dolandırıcının babası olduğunu yeni yeni fark eder. “Nerede doğru, nerede yalan söylüyor, ayırt etmek mümkün değildir… Yalanlarına da kendi inandığı için onların doğruluğu konusunda diretir…” Sedat’ın uçan kuşa olan borçlarını bir bir öder. Tüm birikimi hayırsız evladının borçlarında eriyip gider. Sızlayan dişler de bir bir sökülüverir… Gelini Aslı ile Sedat’ın bıraktığı enkazın altında kalıverirler. Ve şehir hayatında öğrendiği ve öğrendiğinde canını yakan şeyler ona eşi Semra’yı anımsatır. Semra Hanım, iyiliğin, insanlığın, merhametin sembolü oluverir. Uzak bir köydedir şimdi Semra Hanım. Yakın olan, yakan, şimdi olansa her şeyin çok hızlı ve acımasız ve sevgiden ve duygudan yoksun bu yeni kenttir.
Doris Lessing’in Hayatta Kalma Güncesi’ni anımsatır anlatıcı. Kendine yabancı bir hayatın görgü tanığı olan karakter, Lessing’in romanındaki gibi hiç tanımadığı bir “çocuk kadın”ın sorumluluğunu alır üstüne. Evet, gelinini hiç tanımaz. “Aslı’yı hiç tanımıyorum. Neye nasıl tepki verir bilmiyorum. Neye kızar, neden mutlu olur, hangi yemeği sever, nasıl bir insandır bilmiyorum…” Tüm bunlar aralarında kırılmayan sessizlik buzunda donup kalıverir. Tam da burada yazarın diri ve kıvrak dili yaşlı bir insanın en zor durumlara, akla hayale gelmeyecek yaşanmışlıklara ve hiç bilmediği koşullara nasıl ayak uydurduğunu, yaşama savaşını en acı ve gerçekçi biçimde biçimlendirir. Ve arabesk öğelere yer vermeden yoksulluğun, hem maddi hem duygusal yoksunlukla birlikte, anlatabileceğini hissettirir yazar. Heinrich Böll’ün iki kahramanının sesine karışır eşi tarafından aldatılan ve terk edilen kadının ve oğlunca dolandırılan babanın sesleri. Ve O Hiçbir Şey Demedi’nin burkuntusunu çağırır anlatıcının kederli iç çekişleri… Hepsi derinden sızlayan dişlerin yerinden oynamasıdır bir bir…
Distopya demiştik. Yakın geleceğin kentlerindeki ölüm evlerinin sakinleri oluyoruz hepimiz. Yüksek ve soğuk binalar. İnsansız. Ağaçsız. Güneşsiz. Hayatsız. Geleceğin kentleri. Ölüme terk edilmiş anne babalar, yaşlılar. Merhamet arıyoruz kahramanımızın naif kalbiyle. Nezaket, hal hatır sorma. Bir selam ya da. Hepsinin ruhsuz binaların gölgesinde birer birer kuruyup yok olduğunu fark ediyoruz sonra. İnsanın insana değmediği mermer yürekli bir kentin öksüzleri oluveriyoruz yavaş yavaş. Bir bir sökülen dişlerin boşluğunda geziniyor hayallerimiz, umudumuz…Yine de bir merhamet arayışı içinde yazar. Tıpkı Meksikalı yazar Mario Bellatin’in Güzellik Salonu’ndaki gibi. Salgın hastalıkların kol gezdiği, hastanelerin düşkünlerle, kimsesizlerle dolduğu bir dönemde hor görülen, dışlanan, yok sayılan erkek hastaların sığınağı olan güzellik salonunda kadın giysileri giymekten hoşlanan ve kendisi de hasta olan anlatıcının bin bir emekle tasarlayıp dekore ettiği akvaryumda balık besleme hevesi, isteği, inancı… Bellatin’in akvaryumu distopik bir toplumda hümanizma arayışı iken Hayatın Ucu‘nun da şehre uzak bir Toki konutu Metin Celâl’in distopik toplumda bir hümanizma arayışı gibi adeta. Sedat’ın babasını ve karısını attığı kör kuyuyu yazar, bir yaşam evine dönüştürme “gayret”inde. Romanın sonunda Aslı’nın kayınpederine “Benim yerim senin yanındı. Benim babam, ailem sensin.” diyerek birlikte yaşama umudunu dillendiriyor. Yaşlıların ölüm evlerine terk edilmediği, her şeye rağmen ailenin birlikteliğine olan inanç ve istekle. Bir diş de olsa kurtarabilir miyiz acaba?
Tahir Alangu, Böll’ün eserlerini değerlendirdiği bir yazısında, Böll’ün Ademoğlu Nerdeydin kitabı için yazdığı önsözde, “Köprüler yeniden yapılır, evler eski temelleri üzerinde daha rahat, daha konforlu ve güzel yapılar halinde yükseltilebilirdi. Ama asıl yıkıntı ta içimizde, kalbimiz ve ruhumuzun kötürümleştirilmesindeydi.” diye yazar. Kitap boyunca bu cümleler dönüp durdu aklımda. Hayatın Ucu, içimizdeki yıkıntıya dikkat çekiyor. Betonlaşan yeni ve büyük kentlerin ruhsuzluğuna, bu durumun o şehirde yaşayan insanların duygularını katlettiğine, aile ilişkilerini zayıflattığına ve dahası insani duyguları yavaş yavaş alıp götürdüğüne… Dişçi koltuğu… Kan revan… Etrafa saçılmış dişler… Kim bilir… Belki…
Yusuf Çopur – edebiyathaber.net (24 Temmuz 2019)