Odamdan çıktığımda gördüm onu. Duvara sırtını yaslayarak çömelmiş, sessiz ağlıyor. Bir eli yüzünde; avuç içiyle gözyaşlarını siliyor, diğer eliyle dizinin üstündeki küçük paketi kavramış bekliyordu.Eskimeye yüz tutmuş kasketinin altında ak saçları sık. Kır sakalı en az on beş günlük.
Mesai henüz başlamış. Kat görevlileri işlerini bitirmiş. Pencereden giren sabah güneşi boylu boyunca koridoru aydınlatıyor. Koridor temizlik kokuyor.
Yanından geçerken kim bilir ne derdi var ki ağlıyor, diye geçirdim içimden. Derdi olmayanın burada işi neydi.Gece acilden gelen hastayı görmek için (ciddi bir yaralanma olmamasını umarak) hızlıca klinik tarafına geçtim.
Hastanın tedavisini başlatıp neredeyse yarım saat sonra döndüğümde adamın aynı yerde ve aynı konumda ağlamaya devam ettiğini gördüm, merakım artmıştı. Zira oturduğu yer, öğretim üyelerinin bulunduğu koridorun ortalarıydı
“ Amca hayrola? Niye ağlıyorsun?”Baktı, beyaz önlüklü görünce kalktı, kasketini eline aldı, katladı.
“Tığdor beği bekliyem.” Usulca söylemişti bunu. Yorgun görünüyordu, göz bebeklerinde kaygı telaşa dönüşecek gibiydi. Oysa ilgilenmek, onu rahatlatmak için sormuştum. “ Beni mi bekliyordun,” diyecektim ki bölüm sekreteri Arzu yanımızda belirdi.
“Hocam, bu amca sizinle görüşmek istedi,” deyince “Öyle mi, peki görüşelim” deyip, durdum.
Arzu’nun bana “Hocam” demesiyle şapkasını koltuk altına sıkıştırdı.Elleriyle dar gelen ceketinin düğmelerini açıkmış gibi yeniden iliklemeye çalıştı.Sonra hamle etti elimi sıkmaya.
“Hoş gelmişsin, geçmiş olsun,” dedim, tokalaşırken.
“Sağolasın Tığdor beğim, başım gözüm ustine.”
Orta parmağıyla uzun zamandır makas değmemiş bıyığını sıvazladı, baktı yüzüme, çare arayarak. Arzu “ Size ben anlatayım” deyip koridorun sonundaki odamın girişinde bulunan sekreterlik bölümüne doğru yürüdü.Onu bir süreliğine koridorda bıraktık. Kapıyı kapatırken ayaktaydı, bizden bir şans ister gibi bakıyordu. Ağlamasına neden olan her ne ise, bunu suskunluğuyla koyultuyordu. Sükûneti, sadece sessizliğine değil, yüzünün her çizgisine sinmişti.
“ Bu amcanın oğlu bizim klinikte yatıyor,” dedi Arzu. Acelece devam etti: “ Mayına basma sonucu bir ayağı parçalanmış. Ameliyat bekliyor. Oğlunu ziyarete gelirken size de hediye getirmiş.Hoca hediye kabul etmez, sen bunu klinikte hastalara dağıt, ben ona söylerim, dedim, dedim ama dinlemedi.”
Uzaktan gelmiş, oğlunu emanet ettiği hekimle görüşmek istemiş.Alışık olduğumuz bir istek.
Onu odama buyur ettim,ben oturduktan sonra karşımdaki koltuğa isteksizce, ürkek ilişti. Kutu dizinin, kocaman elleri de kutunun üstünde.
“Amca,hoş geldin. De bakalım oğlun kim? “
“Şırnak’tan gelmiş Hüseyin, eyağınden yareli.” Gizli bir gurura kapılmayı kendine çok görmedi.
O kadar çok ayağından yaralı vardı ki acaba hangisi Hüseyin. Hepsi yaralı, hepsi Hüseyin.Tüm koğuş.
“Oğlunu gördün mü?
“Belle, görmüşembeğim.
“Nasıl iyi mi?”
“Allah senden razı olsun hoca, çok eyi, bir de emeliyet olursa.Çicuhlarımızın en kuçiği. Nişanlısı da gelmiştir.”Sesi öyle kısık çıkmıştı kibir şeylere içlendiğini hissettim. “Dert bir olaydı, ağlamaya ne vardı” diye geçirdim içimden.
Şimdi bu amcaya, elindeki paketi alamayacağımızı nasıl söylemeli, acının dışardan solunamayacağını biliyordum,biliyordum ama bu paket belki de onun acısını hafifletecekti.
“Amca beni neden bekledin. Arkadaşlar sana oğlunun durumunu anlatmadı mı?”
“Bele,anlattılartığdor beğim. Allah eksükloğunvermiye, elina tesen torpağe altun ole.”
Giderek küçülen bir adam, soluk, sıska.
Şekli bozulan kutuyu kaldırıp gösterdi.
“ Tığdorbeğim, sene bir paket getirmişem, alasen, velakin ahe bu hanım mümkünü yuh diyorler.”
Bu sırada yeniden çocuk gibi,yanaklarından siyimsiyim dökülen gözyaşlarını solelinin avuç içiyle silmeye başladı. Amca, oğlunu yaşatmaya, iyileştirmeye çalışan bizlerle arasında kuramadığı bir döngünün içinde çırpınıp duruyordu. Zaman bir an durdu sanki. Zaman beni ölçtü. Ben de zamanı.
“ Nerelisin amca ?”
“Bitlisliyem.” Biraz dikleşti.
Van’da çalışırken, hastaların armağan olarak Bitlis tütünü getirdiklerini hatırladım. Altın sarısı rengi, kutusundan taşan kokusu, kalitesiyle o tarihlerde en büyük armağandı bir kutu tütün. Sigara içmediğim için tütünü tiryakilere dağıtırdım. Yine de dedikoduları bitiremezdim. Hastane personeli hekimlere gelen hediyeleri ezberler sonra bunları şehirde dostlarına anlatırlardı. Duyardık bizde. Ne ki hastalar da hediye alan hekimin kendilerine iyi bakacağını sanırdı.
Kutu elinde kilit açacağı gibi duruyor, buruşuk ama etkisi büyük. Ona bakmıyoruz.
Ortalığı nasıl yumuşatır da gönül kırmam diye düşünürken, amca kalkıp paketi masanın üstüne koydu. Bir taraftan da dualar edip, kusura bakmamamı söylüyordu.
Bu kutunun reddedilmesi belli ki tüm yaptıklarımızı hiçe sayacaktı. Amcanın gönlünü alıcı birkaç söz söyleyip bomba imha ekibi edası ile paketi açtım. O, biraz geri gidip koltuğa yerleşti.
Hastanenin kantininden alınmış, kiloluk kutuya konmuş, taneler halinde duran yarım kilo kadar kuru pasta. Sahipsiz dolaşan kurabiyeler.
“Niye zahmet ettin, bunu oğluna verseydin,” dedim, dedim ama…Paketi açarken onun gözlerindeki sevinci gördüm, gönendim. Dudakları kıpırdadı, bir şey söyleyecek oldu, söyleyemedi, yutkundu.
Kuru pastadan önce kendisine sonra Arzu’ya ikram ettim, bir tane de ben aldım ( Amca, Arzu’yu görmemiş gibi yapıyordu). Çay ısmarladım. Artık gözyaşı akmıyordu…
Gönülden, sıcak gözyaşlarıyla sunulan kurabiyeler ezberimi bozdu.
Hafifledim.
Naki Selmanpakoğlu kimdir?
1945 doğumlu. 1969’da A.Ü.Tıp Fakültesi’ni bitirip askeri hekim olarak 2000 tarihine kadar çalıştı. Nurullah Ataç üzerine yaptığı çalışması kitapçık olarak Atatürkçü Düşünce Derneği’nin süreli yayınları arasında dergi eki olarak yayımlandı.
edebiyathaber.net (30 Temmuz 2019)