Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum. -Ramon Sampedro
Kemal Hoca her sabah programlanmış bir robot gibi aynı saatte uyanırdı. Hastalığından ve bakım evinden nefret etse de, iki yıldır kucak kucağa uyudukları küçük odasını seviyordu. Pencerenin ardında kiminik bir koruluğu andıran bahçenin manzarasıyla, yatağının karşısındaki tabloda dörtnal koşan atların rüzgârını da… Beyaz perdeden süzülen gün ışığı, odayı açık kayısı rengi bir kumaş gibi örtmüş; koridordan ufak tefek sesler gelmeye başlamıştı. Esnemek, gerinmek istediyse de, kollarını oynatamadığını hatırladı. Hastabakıcı Memduh, “Günaydın,” deyip, sırıtarak içeriye girdi. Gözlerini kapatıp açarak, “Günaydın,” dedi o da. Pencereyi açtı. Şeker tadında bir hava vals yapar gibi dolandı içeride. Önceden hazırlanmış kahvaltılık resimlerini gösterdi; istediklerini not aldı ve sırıtarak gitti. Dikdörtgen beyaz kartonun üstünde büyükçe yazılmış 29 harf vardı. Konuşma yeteneğini kaybettikten sonra karnına ağrılar girse de herkesle bu yolla iletişim kuruyordu. Harfi gösteriyorlardı, gözlerini kapatıp açarsa, EVET, kaşlarını ve göz kapaklarıyla birlikte göz bebeklerini de yukarıya kaldırırsa HAYIR, demiş oluyordu. Başka derdi yokmuş gibi, başına bir de bu illet musallat olmuştu. Karısını beş yıl önce kaybetmişti. Daha dün gibi diye geçirdi içinden.Özel Cennet Huzur Ve Yaşlı Bakım Evine iki yıl önce taşınmıştı. İlk günler, ilk aylar, hatta ilk yıl güzeldi. Ne var ki birçok hasta gibi çabucak cennete kavuşmadı diye, özellikle personel farklı davranmaya başlamıştı. Bir oğlu, bir kızı vardı. İkisi de İstanbul’da yaşıyordu; iki kez ziyarete gelmişlerdi. Torunu Ayça, ünlü bir hukuk bürosunda avukattı. Kocasından ayrıldıktan sonra Ankara’ya taşınmıştı. Her gelişinde komiklikler yaparak kapıdan içeri giriyor, yatağının yanına oturup ellerini tutuyor, sırtının yastığını dikleştiriyor, bacaklarına, kollarına masaj yapıyordu. Yemeğine yardım ediyor, yanında getirdiği sandviçi yiyerek dedesine eşlik ediyordu. Biraz fazla kalırsa, kaşıyla, gözüyle, “Hadi,” diye işaret ediyor, torunu anlamamış numarası yapıyor; o da, çok öfkelenmiş gibi neredeyse zorla kapı dışarı ediyordu. Sarılıp öpüşüyorlar, son kez görüşen iki sevgili gibi zor ayrılıyorlardı. “İyi geceler koca adam seni çok seviyorum,” derken, zoraki gülümsüyordu. Kemal Hoca da ağzından sözcüğü bir türlü çıkartamayan kekemeler gibi olduğu yerde tepiniyor, “Ben de seni çok seviyorum,” demeye çalışıyordu.
İlk belirti, genizden gelen bir sesle, bazı sözcükleri peltek konuşma şeklinde ortaya çıkmıştı. Yutma konusunda sorun yaşıyordu. Sanki yemek borusunun tam ortasında bir yumru vardı; katı yiyecekler boğazından geçerken zorlanıyordu. Yıllarca edebiyat öğretmenliği ve kitap çevirileri yapmıştı. Oysa artık sözcükleri aramaya, bulduklarını da kolay ifade edememeye başlamıştı. Prostat, şeker, bel fıtığı, diz ağrısı, yüksek tansiyonla boğuşurken, son olarak da ALS ile tanışmıştı. Yaşam kalitesi daha da düşecek diye aklı çıkıyordu. Kulakları yakından konuşulunca şimdilik duyuyor, dudak okumayı da beceriyordu. Duvardaki tutmalık borulardan yararlanarak odasındaki klozete gidebiliyor, gün aşırı duşunu alıyor, çoğu zaman da Memduh’tan yardım istiyordu. Kullandığı ilaçlar şekerini oynatıyor, ikide bir tuvalete gitmek bezdiriyordu. İştahı olmadığı için düzgün beslenemiyor, dizleri doğru dürüst atamadığı adımlarını engelleyecek kadar ağrıyor; bel fıtığı da, ben buradayım, diye şenliği kaçırmıyordu. Akşam yemeğini nöbetçi hasta bakıcının yardımıyla yedikten sonra lavaboya gitti. Sonra dört gözle yolunu gözleyen yatağına uzandı. Floresan lambanın ışığı, beyaz pikenin üstünde mor hareler oluşturuyor, durgun suya taş atılınca oluşan daireler gibi, giderek büyüyüp kayboluyordu. Koridorda her günkü hengâme, insanlarda bir telaş, ayakkabı ve terlik tıkırtılarıyla, konuşma sesleri birbirine karışıyordu. Bir müddet boş gözlerle tavanla duvarın kesiştiği köşeye baktı. Pınar’ın son gecesi geldi aklına. Koah denen bir belayla boğuşuyordu. Ancak nefes alamaz duruma gelince sigarayı bırakabilmişti. İki kez balon tedavisi görmesine rağmen düzelememiş; üç yıl içinde bir deri bir kemik kalmıştı. Öksürükten boğuluyor nefes almaya çalışırken tıkanıyordu. Son kontrolde günde birkaç kez oksijen makinesine bağlanması gerektiği, dolayısıyla tedavinin evde devam etmesinin daha uygun olacağı söylenmişti. Bacakları fil bacağı gibi olmuştu. Yürümekte zorlanıyor, yemek yerken dahi yoruluyordu; tıkanmaları artmıştı. Ona bakarken içi eriyor, görmesin diye gözyaşlarını saklıyordu.
Kasvetli, karanlık bir Kasım akşamıydı. Pınar yatağında sırt üstü yatıyor; soluk alamıyormuş gibi sesler çıkararak ağzını açıyordu. Başı yastıktayken arada göğsünü alabildiğine yukarı kaldırıyor, bedenini elektrik verilmiş gibi yaylanarak geriyordu. Gözleri kapalıydı. Kemal Hoca, yatağın başucundaki sandalyede oturuyordu. Eşinin soğuk ve terli eli, avucunun içindeydi. Çocuklar ayaktaydılar. Endişeli gözlerle annelerini izliyor, sessizce ağlıyorlardı. Bilinci kapanmıştı. Nefes almakta zorlanıp, bedenini kastığı anlarda, hepsi korkuyla dikiliyor; sonra onunla birlikte yeniden oturuyorlardı. Acı çekmediğini biliyordu. Ona rağmen bir an önce kurtulmasını istiyordu. İki komşu kadın, öne arkaya sallanarak kuran okuyordu. Bir yanı bırak gitsin, acıları dinsin diyor, öbür yanı elli yıllık yaşam yoldaşımı bırakmam, diye isyan ediyordu. Birden başı kesilen bir tavuk gibi ağzını açıp boğuluyor gibi sesler çıkarmaya başladı. Ayakları ve başının üstünde alabildiğine yaylandı. Hepsi birden ayağa fırladı. On saniye kadar aynı pozisyonda kaldı, kalmadı. Sonra boş bir çuval gibi yatağın üzerine düştü; ağzı ve gözleri açıktı; nefes almıyordu.
Kemal Hoca kötü anıları kovmak ister gibi, gözlerini sımsıkı yumdu. Her geçen gün, organları biraz daha güçsüzleşiyordu. Sevdiği şeylerden yoksun kalmak canını sıkıyor, içini bunaltıyordu. Kötürüm olmuş gibiydi.Elleri kendisine ihanet ediyor, kitap sayfası çeviremiyor, çatal ya da kaşık tutamıyor; oturmak bile istemiyordu. Erkenden yatağa giriyor, uyuyabilmek için olmadık hokkabazlıklar yapıyordu. Uykusu gelmeyince bunalıyor, bunaldıkça uykusu kaçıyor; çoğu zaman şafak vakti sızıyordu. O gece de öyle oldu. Gözlerini açtığında vakit öğlen gibiydi. Kaç saat uyuduğunu kestiremedi. Kafasını yastıktan kaldırmak için hamle ettiyse de beceremedi. Boynunda bir sertlik vardı; başı mengeneyle sıkılıyormuş gibi ağrıyordu. Hemşire ve doktorun kapıdan girdiklerini hayal meyal gördü. Bir kez daha kalkmaya çalıştı. Sağ yanı hareket etmiyordu. Doktor yanındakilere, “Felç geçirmiş, ambulans çağırın” diye bağırdı. Herkes bir anda başına üşüştü. Kırılacak bir eşya gibi özenle kaldırarak sedyeye koydular. Ambulans çabuk geldi. Çevresinde konuşulanları anlayamıyordu. Görüntüsü bulanıklaşmıştı. Bedeninin yarısı yok gibiydi. Hastanede MR çekildiğini ve ameliyathaneden içeri girdiğini hatırlıyordu.
Gözleri ve ağzı açıktı; kafası mumyalanmış gibi sarılmıştı. Yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması geçirmişti. ‘Açılmadık bir kafatasım vardı, sonunda onu da becermişler, Neden yaşıyorum ki? Yalnızca nefes alıp vermek ve beslenmek nasıl bir yaşamaktır? Hem de, beynim tıkır tıkır çalışıyorken,’ diye düşündü. Yıllar önce bir film izlemişti. İspanyol yönetmen Amenabar’ın gerçek bir yaşam öyküsünden uyarladığı İçimdeki Deniz, bir kaza sonucu boğazından aşağısı tutmayan, otuz iki yaşında genç bir adamın öyküsüydü. “Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum,”diyen Ramon Sampedro, yaşamının kalanını yatalak bir şekilde geçirmek istemediği için, ülkesinde yasak olan ötenazi hakkını kullanmak istiyordu. Sivil toplum örgütleri ve kamuoyu desteğiyle, hukuk mücadelesi başlatmış; sonunda kazanmıştı. Hazırlanan karışımı içerek, yaşamına son verdiği sahne hiç aklından çıkmıyordu. Sampedrobirkaç dakika sonra öleceği için mutluydu, çok mutluydu; gözlerinin içi gülüyordu.
Benzer şeyler ne zamandır, kafasını kurcalıyordu. Bir tek sorun vardı: Torununu ikna etmek. Bin dereden su getireceğine emindi. Söyleyeceklerini kafasında defalarca ölçüp biçti. Düşüncelerle boğuşurken uyuya kaldı.
Ayça, “Günaydın koca adam. Geçmiş olsun. Hiç merak etme, yakında düzelirmişsin,” diyerek odadan içeri girdi. Tam karşısında durmuş, anlasın diye, sözcükleri heceliyordu. Sesi çıksaydı, ‘Yalancı Cadı,’ diye bağırırdı. Yüzünün aldığı şekilden zokayı yutmadığını anlamıştı. Kâh alfabenin yardımıyla, kâh dudak okuyarak, kavga döğüş yaklaşık iki saat kadar konuştular. Artık dayanamadığını, bir solucan gibi yaşamaya razı olmayacağını ifade etmeye çalıştı. “Bana yardım et lütfen kızım. Yurt dışına çıkıp ötenazi yaptırmak istiyorum.”
Elaya çalan kahverengi gözleri kocaman oldu, torununun. Ağladı, “Olmaz…” diye havalara kalktı. Yalvardı, diller döktü; dedesinin geri adım atmadığını görünce, “Aklı başında değil, sağlıklı karar veremiyor, diye, vasilik davası açarım,” dedi. Korksa da, dimdik durdu. “Çok üstüme gelirsen beslenmeyi ve tedaviyi reddederim; buna hakkım olduğunu biliyorum.” “Dede lütfen. Lütfen!” “Kararım kesin,” dedi, Kemal Hoca. Torunu iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. “Ne olur beni yalnız bırakma, ben sensiz ne yaparım?” dedi. Öyle masum, öyle üzgün bakıyordu ki. “Ben gidiyorum, katilin olamam,” diye, kestirip attı. Yerinden hızla kalktı; kapıdan çıkarken,hıçkırmaya başlamıştı.
Seksen beş yaşındaydı. Neredeyse istediği her şeyi gerçekleştirmiş, mutluluğun doruklarına ulaşmıştı. Hayatı maraton koşusu gibi görüyordu. Bitiş çizgisi hemen önündeydi;onu daha ileri taşımanın kimseye –özellikle de kendisine- bir yararı yoktu. Bu uzun koşu onu yormuştu; çok yormuştu.
Gözlerini çevirince, Ayça’nın kapının pervazında dikilmiş olduğunu fark etti; gitmemişti. Yanına geldi; ağlamaklı bir ses tonuyla, “Dedeciğim, tıp her gün dev adımlar atıyor. Lütfen bir kez daha düşün, ben sensiz yaşayamam. Bunu benden isteme,” dedi. Üstüne kapandı. Yanaklarını öpüyor, gözyaşları sağanak gibi boşalıyordu. Konuşmayı becerebilse, “Lütfen beni yalvartma kızım. Her gün binlerce kez ölmektense, bir kez onurlu bir şekilde ölmek istiyorum. Bunu bana çok görme,” derdi. Ona böyle bir görev yüklediği için kendini lanetliyordu. Ne var ki alternatifi yoktu. Küçük parmağını dahi oynatamıyor, yumuşak ya da sıvı gıdalarla beslenebiliyor, yemeğini başkaları yediriyordu. Kısa bir süre sonra bu lüksünün biteceğini, midesinde bir delik açılacağını, mama diye adlandırdıkları köpek yalı gibi bir bulamaçla besleneceğini biliyordu. Bir sonraki aşamada, boğazında da benzer bir işlem yapılacak, nefes borusuna takılacak bir tüp vasıtasıyla soluk alabilecekti. Yeni doğmuş bebekler gibi, altına bez bağlanıyordu. Gencecik hastabakıcılar pisliğini temizlerken utançtan her saniye ölüyordu. Torunu, sağ elini iki avucunun arasına almış, gözleriyle karşılaşmaktan korkar gibi yüzünü yere eğmiş, sessizce ağlıyordu. Bir zaman böyle kaldılar. Sonra kafasını yukarıya kaldırdı; dudaklarını rahat okuyabilsin diye, yüzüne iyice yaklaştı. “Seni çok seviyorum, Koca Kafa Kemal, celladın olacağım!” dedi. Çok mutlu olduğu zaman, dedesine gençlik döneminde takılmış lakabıyla hitap ederdi. Gözyaşlarının oluşturduğu katmandan gözleri görünmüyordu. Minnetle baktı torununa. Ayağa kalkıp sarılmaya yeltendiyse de, yardımsız yerinden bile kıpırdayamadığını hatırladı. Ayça eğildi, dudaklarına küçücük bir çocukken yaptığı gibi sevgi dolu bir öpücük kondurdu.
Sonraki on beş günde her şeyi halletti. Hollanda’ da faaliyet gösteren “Hayatın Sonu” isimli ötenazi kliniği ile temasa geçti. Tıbbi anlamda tedavinin mümkün olmadığını gösterir raporu temin etti. Hastane ve bakım evinin iletişim detaylarıyla, doktor ve psikiyatristin iletişim detaylarını merkeze bildirdi. Gerekli araştırmayı yaptıktan sonra geri dönüş yapacaklarını, söyledi. Ücreti, kliniğe kabul edilirse ödeyeceklerdi. Küçük bir banka hesabı, oturduğu mütevazı dairesi ile ayaklarını yerden kesen bir arabası vardı. Avukatına vasiyetini yazdırmış, mirasını Ayça’ya bırakmıştı; onun haberi yoktu.
Beklemek ölümden zordu. Her gün haber var mı diye heyecanla uyanıyor, bir şey çıkmayınca, “Bir daha ara, bana haber getir, diye torununu sıkıştırıyordu. Bir buçuk ay dokuz doğurduktan sonra beklediği müjde geldi. Kliniğe ön kabulü yapılmıştı. Becerebilse sevinçten havalara sıçrayacaktı. Ayça uçak biletlerini ve kendi otelini ayarladı. Bakım evinden ambulansla hava alanına giderlerken, sedyenin yanına oturmuş dedesinin ellerini tutmuş, gözlerini gözlerinden ayırmıyordu. Özel izinle, pistte bekleyen uçağın yanına kadar gittiler. Görevliler Kemal Hocayı tekerlekli sandalyeyle yukarı çıkardılar. Business uçacaklardı, oldukça rahat koltuğuna oturtup, kemerini bağladılar. Torunu yanı başında kara sevdalı bir âşık gibi yüzüne bakıyor, ellerini bırakmıyor, bir şey söyler mi ya da ister mi, diye tetikte bekliyordu. Aniden bebekler gibi katıla katıla ağlamaya başladı. Yolcu alımı başlamamıştı. Hostesler son düzenlemelerle uğraşıyordu. Onlara yakın olan koşarak geldi. Su ve kolonya getirmişti. Giderek iç çekmeleri azaldı; ağlaması bitti. Dedesinin ellerini sıkı sıkı tutuyor, yüzünü ezberlemek ister gibi, bir an bile bakışlarını ayırmıyordu. Sonra uykuya daldı.
Lahey Hava Alanında ambulans bekliyordu. Kliniğe kadar el ele göz göze gittiler. Kemal Hocayı görevlilerle birlikte özenle odasına yerleştirdiler. Ayça ayaklandı. “Dedeciğim,” diye başladı. “Otelim buraya çok yakın, eşyalarımı bırakıp geleceğim, bir yere kaybolma!” deyip, göz kırptı. Bu cadı bir şeyler çeviriyor, diye düşünmekten kendini alamadı. Gözleriyle tamam dedi. Yanağına bir öpücük kondurduktan sonra aceleyle çıktı. Bir saatten fazla zaman geçmiş, gelmemişti. Nerede kaldı, diye meraklanmaya başlamıştı ki, gülümseyen bir yüzle kapıda göründü. Sade bir makyaj yapmış, dizlerinin iki parmak üstünde düz siyah etek ve beyaz kolsuz bir bluz giymişti. Kısa topuklu siyah pabuçlarıyla yanına geldi. Mimikleriyle, “Bu ne hâl?” diye sordu. Omuzuna asılı, siyah çantasından alfabeyi çıkarttı. “Seni kaçırıyorum yakışıklı,” derken, kıkırdıyordu. “İkinci limanın yanında bir Türk restoranı var. Rezervasyon yaptırmıştım. Yemeğe gidiyoruz,” diye anlattı. “Beni sedyeyle mi götüreceksin?” diye yarı alaylı yeniden sordu. “Her şeyi ayarladım dedeciğim,” diye yanıtladı. Ayça gerçekten eksiksiz bir organizasyon yapmıştı. Beyaz eldivenli ve otel kapıcısı kıyafetli siyahi bir delikanlı ile klinikteki hastabakıcılar, tekerlekli sandalyeye yerleştirdiler Kemal Hocayı. Kapıda bekleyen panelvan arabaya -engelli düzeneği vardı- bindiler. Akşam trafiğinin kargaşasında ilerlemeye çalışıyorlardı. Güneş kentin üstüne son ışıklarını göndermeye başlamıştı.
Liman Restoran, Lahey’in Kuzey Buz Denizine açılan ikinci kanal bölgesinde, göz yormayan dekoru ve gülümseyen garsonlarıyla mükemmel bir Türk restoranıydı. Masaları özenle seçilmiş ve hazırlanmıştı. Dede torun, yan yana oturmuşlardı. Tadımlık şampanya geldi. Ayça pipet istedi. İçmesi için dedesine yardımcı olurken, pipetle ilk tanışması diye düşündü! Sonra rakı faslı başladı. Humus, yumuşak beyaz peynir, patlıcan ezmesi, cacık gibi kolay yutulur mezeler, sipariş etti.Kemal Hoca, Rakının bardağa dökülüşünü sevinç ve acı karışımı bir duyguyla izledi. Ayça, pipetle yudum yudum içirmeye başlamadan önce, dedesinin masa üstündeki eline rakı bardağını iliştirdi; kendi bardağıyla tokuşturdu; çın sesinden sonra anasonun günaha davet eden kokusunu aldı Kemal Hoca.Torunu özenle şurup içiriyor gibi, dura dura yudumlattı. Yıllardır ağzına içki koymadığı için, bardak yarılanmadan çakırkeyif olmuştu.
Ömrünün en mutlu anlarından birini yaşıyordu. “Hançeri aşkınla ey yâr, çalıyor dedeciğim,” dedi. Elini omuzuna attı. Kulağının dibine kadar yaklaştırdı dudaklarını. Birlikte şarkılara eşlik etmeye, ritimle sağa sola sallanmaya başladılar. Torununun yüzüne minnetle baktı. Finalde nane likörü, ardından sade kahve geldi. Önce likörü, sonra kahveyi tatlı kaşığıyla içirdi Ayça. Minik damlalar gözlerinden şıpır şıpır dökülüyordu. Hesabı ödeyip kalktılar.
Bir yerlere yetişecekmiş gibi gözlerini erkenden açtı. Ayça gecenin bir yarısında gelmiş, geniş yatağın kenarında oturmuş, hüzünlü bir sevgiyle bakıyordu. Günaydın, canım dedeciğim,” dedi, ifadesiz bir yüzle. Gözlerini kapatıp açtı. “Seninle böyle vedalaşmak istemezdim,” dedi. Metanetli görünmeye çalışıyordu. “Ben de istemezdim, güzel kızım. Sessiz sedasız ölmeyi, senin duyunca cenazeme gelmeni, beni güle oynaya uğurlamanı isterdim. Ne yazık ki benim trenimin son durağı burasıymış bebeğim,” diyebilseydim keşke, bir suçlu gibi yüzüne baktım. Mimiklerimle yüzlerce, binlerce teşekkür ettim. Bir yandan da fışkırmaya hazır gözyaşlarımı frenlemeye çalışıyordum.Ayağa sıçrayıp, sımsıkı sarıldı dedesine. “Dedeciğim, dedeciğim…” dedi; sonunu getiremedi!
Saat 09.00 da doktor ve asistanı göründü. Doktor, süreci anlatıyor; yardımcısı küçük geniş ağızlı bir şişede, önceden hazırladığı kirli sarı bulamacı çalkalıyordu. Alfabe yatağın üstündeydi. Ayça bir tercüman gibi, söylenenleri aktarıyordu: Kararı kesin miymiş? İçeceği karışım, önce derin bir uyku getirecek, ardından komaya girecekmiş. Sonrası ölüm gelecekmiş. Gözlerini kapatıp açarak “Evet” dedi. Yatağının baş kısmını kaldırmalarını istemişti. Oyunun son perdesini kaçırmak istemiyordu. Eriyiği orta büyüklükte plastik bir bardağa boşalttılar. Yatağın kenarına iğreti oturan doktor, elinde tuttuğu karışımı göstererek, “Son kez soruyorum; bardağın içindeki sizi öldürecek karışımı içecek misiniz?” İşaretlerden anlamıştı; gözlerini kapatıp açtı. “Bir kez daha evet diyor,” diye aktardı Ayça. Doktor bir eliyle bardağı tutarken, öbür eliyle pipeti yaklaştırdı ağzına. Önce yavaş sonra bir an önce bitirmek ister gibi hızla yudumlamaya başladı. Yarıyı geçmişti ki, dudaklarını çekti. Tek kelimeyle iğrenç, diye düşündü. Ayça ayaklandı. Yatağın baş kısmına dayanarak, dedesinin yanaklarını, alnını, boynunu öpücük yağmuruna tuttu. Doktor, “Bitirmemiz gerek,” dedi.Ayça üzgün bir yüzle, boynunu bükerek, doktorun söylediğini aktardı.Birkaç kez öksürüp, aksırsa da, son yudumlarda zorlansa da hepsini içti. Torunu mendille dudaklarını ve yüzündeki terleri sildi. Tam da o esnada sol kaşının üstü kaşındı. Hem de öyle tatlı kaşındı ki. Dikkat çekmek için kaşlarını oynatmaya başladı. Doktor fark etti. “Bir şey söylemek istiyor, sanırım,” dedi, Ayçaya dönerek. Önce anlamsız gözlerle baktı dedesine. Anlayamadı. Anladığı anda da fırlayıp, işaret parmağıyla kaşlarının üstünü, altını çevresini kaşıdı. Konuşamadığına ilk kez çok üzüldü. Sözcükler ve cümleler boğazında düğümlendi. Bir köpeğin sahibine baktığı gibi baktı torununa. Söyleyemediklerini sanki hissetti Ayça. Sımsıkı sarıldı dedesine. İki yanağını üst üste defalarca öptü. Öpmesi için yanaklarını onun dudaklarına getirdi. “Sen benim canımsın. Seni çok seviyorum. Seni hiç unutmayacağım, koca ad…” Bitiremeden hıçkırmaya başladı. Kemal Hoca bayılmadan hemen önce, bekle Pınar, geliyorum, diye haykırmak istedi. Son bir gayretle Ayça’ya çevirdi gözlerini. Mutluydu, çok mutluydu; gözlerinin içi gülüyordu.
Yusuf Uzunyol kimdir?
1949 Erzurum doğumlu. Ankara’da yaşıyor. Yıllarca ticaretle uğraştı. Yazma serüveni, 2009 yılında UM-AG la tanıştıktan sonra başladı. O tarihten bu yana öyküler yazmaya çalışıyor.
edebiyathaber.net (6 Ağustos 2019)