Milan Kundera, hiç şüphesiz çağdaş edebiyatın yaşayan en büyük isimlerinden biri. Çek yazar, tüm yazın hayatı boyunca belirli temalar etrafında dolaşmayı tercih etti, insanlık tarihi kadar eski olan kadın erkek ilişkileri, varoluşsal sorunlar, şaka ve totaliter rejimlerin insanların hayatını nasıl etkilediğini neredeyse tüm yapıtlarında sorgulamaya çalıştı. Edebiyatın imkanı çerçevesinde bu zorlu sorulara yanıt aramak yerine başka daha çetrefilli sorular sormaya çalıştı. Özellikle şaka ve ironi onun metinlerinde önemli bir saç ayağı oluşturdu. Zararsız ufak şakaların insanın hayatını nasıl alt üst edebileceğine, gülmenin nahoş karşılandığı rejimlerde, mizahın nasıl bir direniş şekli olduğunu hatırlatmaya çalıştı. Tüm hayatı boyunca şakayı irdeleyen Kundera’nın 1 Nisan’da doğması da tam onluk bir ironi olduğunu da söylemek gerek.
Kundera’nın 1997 yılında yayımladığı ve yayımlandığı dönemde büyük ilgiyle karşılanan Kimlik isimli romanı hiç şüphesiz, yazarın külliyatının en özel yapıtlarından biri. Kimlik, yazarın Fransa’da sürgünde olduğu ve Fransızca olarak yazdığı ilk roman. Bu roman, 1998 yılında Aykut Derman çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlanmıştı. Kimlik, Kundera’nın siyasi meselelere pek girmediği, kadın erkek ilişkileri üzerinden insanın doğasını, ölümü ve yaşamı sorgulayan bir eser.
Sorgulanan aşk
Kimlik’te Chantal ve Jean-Marc’ın ilişkisine tanık olmaktayız. Chtantal ve Jean-Marc, Paris’te yaşayan iyi gelirli orta sınıfa mensup bir çifttir. Chantal, Jean-Marc’tan yaşça büyüktür. İlişkileri ve hayatları rayında gitmektedir. Chantal, bir eski bir solcunun sahip olduğu reklam şirketinde çalışmakta, özgürlüğüne düşkün Jean-Marc ise, kayak eğitmenliğinden, mimari üzerine yazılara varana dek çeşitli işlerle uğraşmaktadır. Kusursuz gibi görünen ilişkileri, tatil için gittikleri Normandiya’da arıza yapacaktır. Bir süredir orta yaş krizinin eşiğindeki Chantal, artık çekiciliğinin kalmadığına, zamana yenik düştüğün ve erkeklerin ona bakmadığına inanmaktadır. Hiç kimse tarafından arzulanmamak onun için çok büyük bir problemdir. Özetle, Chantal artık zamanın doğal akışının dışındadır. Bakılan değil, en fazla bakan konumdadır. Hayatın doğal akışı içerisinde izleyen konuma düşmüştür.
Jean-Marc, ise bir süredir, en başta kendi hayatını ve Chantal’la olan bağlarını sorgulamaktadır. Chantal, onu bu dünyaya bağlayan tek şeydir; şayet o da giderse hayatından, hissizliğin ortasında bir başına kalacaktır. Ama her geçen gün, onunla bağı giderek zayıflamaktadır. Bu sorgulamalar esnasında, Chantal’ı bir başkasına benzetmesi ise, onun için işleri daha da karışık hale getirecektir. Netice itibariyle, sevdiği kadının tüm fiziksel özelliklerini, yürüyüş şeklini, saçlarını toplayış şekillerini ezbere bilirken, nasıl olur da onu bir başkasıyla karıştırabilmiştir. Bununla beraber, Jean-Marc kimliğini, varoluşunu da sıklıkla sorgulamakta, başka bir yerde başka bir hayatın içinde olabileceğini düşünmektedir. Şimdi sahip olduğu imkanlardan uzak, beş parasız sokaklarda dolaşabileceğini kendine hatırlatmaktadır.
Chantal ve Jean- Marc’ın ontolojik sorgulamaları ve kimlik arayışları bir gün, Chantal’a gizemli bir hayranından gelen aşk mektubuyla farklı bir boyut kazanacaktır. Chantal’ın gizemli hayranı, ona yazdığı mektuplarda, kendisini delicesine arzulamaktadır. Giydiği kıyafetlerden, yürüyüş şekline dair ona ait özellileri çok iyi bilmektedir. Bu zararsız gibi görünen aşk mektupları ilk başta Chantal’ı rahatsız etse de, bir süre sonra tanımadığı bir kişi tarafından delicesine arzulanmak onun hoşuna gitmeye başlayacak ve bu mektupları evinin gizli yerinde saklayacaktır. Lakin kısa bir süre sonra, bu zararsız gibi görünen aşk oyunu giderek karmaşıklaşacaktır. Chantal’ın mektubun yazarını aramaya dair tutkusu bir takıntıya dönüşecek ve gördüğü herkesten şüphelenecektir. Jean-Marc, ise Chantal’ın içerisine düştüğü küçük çaplı Sherlock Holmes macerasından bir haber, onuna olan tutkusunu, bağlarının derinliğini sorgulamaktadır. Her aşk içerisinde mi bir yalnızlık mı barındırır bilinmez; hayatın ne kadarı gerçek ne kadarı rüyadır, gerisi tıpkı hayat gibi cevapsız sorulardır.
Kimlik meselesi
Kundera Kimlik’te, Chantal ve Jean-Marc üzerinden hayatı, kimliği, aşkı ve bağları sorguluyor. Özellikle varoluşçu bir kimlik meselesi kitabın önemli bir ağırlık noktasını oluşturmakta. Kimlik, sürekli inşa halinde olan ve tamamlayan bir süreçtir. İnsan, kimliği sayesinde dünyadaki yerini bulur ve hayatı anlamlandırmaya çalışır. Romanda da karakterler, bu anlamda kendi hayatlarını, yaşamlarını sorguluyorlar. Hayatın anlamanı bulmaya ve bilinçdışındaki gizlenmiş benliklerini, kimliklerini aramaya çalışıyorlar. ”Yaşamın özü, yaşamı sürdürmektir: doğurmaktır ve ondan önce gelen birleşmedir ve birleşmeden önce gelen ayartmadır, yani öpüşmeler, rüzgarda uçuşan saçlar…. evet bu sefalettir. Özgürlük mü? sefaletinizi yaşarken mutsuz ya da mutlu olabilirsiniz. Özgürlüğünüz işte bu seçimi yapmaktan ibarettir.”
Toplum içinde takındıkları kimlikle, özel hayatlarındaki kimliklerini kıyaslıyor. Bu arayış meselesi kendini en çok aşk ve tutkularda gösteriyor haliyle. Chantal ve Jean-Marc’ın ontolojik aşk serüveninde her yeni gelişme onların birbirlerine yabancılaşması olarak dönüyor. Aynı evinde yaşayan iki yabancıya dönüşüyorlar. Jean-Marc, düşlerinde Chantal’ı başka biri olarak tahayyül ediyor, hatta onu dışarıda başka biriyle karşılaştırıyor. Chantal da, kendisine gelen aşk mektupları üzerinden Jean-Marc’la olan ilişkisini gözden geçiriyor. Kendisinden yaşça küçük sevgilisinin zaman içerisinde genç biriyle gidebileceğinden, ölümden, yaşlanmaktan, beğenilmemekten korkuyor. Kimlik arayışı bir süre sonra çift için bir karabasana hatta hayata karşı kayıtsızlık duymalarına sebep oluyor.
Milan Kundera, Kimlik’te özetle aşkın, dostluğun bağlarını ömrünü ve bağlarını ele alıyor. Aşk zamana karşı direnebilir mi, yoksa romantik aşk dediğimiz şey bir tür yanılsamadan mı ibaret olduğunu sorguluyor. Modern zamanda romantik aşkın yerini salt tutkular, arzular ve rasyonalitenin mi aldığının sorusuna cevap arıyor kitap boyunca. Bununla beraber, yaşamın anlamının ancak ölümle anlaşılabileceğini vurguluyor. “Ayrıca, ölülerini gömen canlılar yaşamın tadını çıkarmak ister, ölüme övgüler düzülmesini değil. Şunu hiç unutma: Bizim dinimiz, yaşama övgüdür. ‘Yaşam’ sözcüğü sözcüklerin kralıdır.” Kundera, zamanın karşısında her şeyin bir toz zerreciğine dönüşeceğini, yaşamın ancak gerçek bir tutkuyla yaşanırsa bir anlamanın olacağı görüşünde.
Kimlik, bir aşkın anatomisinin, giderek kaybolmaya başlayan bağların, gerçekle, fantezinin, dostluğun manasını, insanın ölüm ve zaman karşısında çaresizliğinin, bitmek tükenmeyen kimlik arayışının, hayatın anlamını sorgulanmasının, kıskançlığın, paranoyanın, tutkuların, romanı. Bir nevi 20. yüzyıl Avrupa’sındaki insan ilişkilerinin özeti; her daim bir tek aşk diyenlerin, her kötü koşula karşı yaşasın hayat diyenlerin romanı.
“Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada geçirmenin en iyi yolu, benim şu anda yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır.”
edebiyathaber.net (8 Ağustos 2019)