Tepeye varmak üzereydi, bir ses duyunca siper aldı. Güzel, yumuşak, duyguları okşayan nağmeli bir sesti. Buzdağı gibi adamın buzlarını eritmeye başladı. Yaşadığı oldukça sert ortamın direncinde bir çatırdama yaratan bir sesti. Sözcükleri farklı olsa da, duygulu, içten söylüyordu, söyleyen. Özlemle kabardı yüreği. Doldu da doldu. Dolmaya hazır bekliyormuş zaten duyguları. Bu ses, bu türkü kendisinin benliğini kendisinden alıp, götürüyordu Orta Anadolu’nun kırsal yamaçlarındaki köyüne…
Uçup gitmişti sırtındaki giysiler, silahlar… Uçup gitmişti yüzünün gerçeğini gizleyen bere, kafasındaki miğfer… Çırılçıplaktı bu bilmediği, tanımadığı dağın başında… Üşümüyordu, utanmıyordu çıplak olduğu için. Sivildi artık, ruhen köyündeydi. Tarladaydı, bağda bahçedeydi, dağında ovasındaydı. Köy meydanındaydı arkadaşlarıyla… Hasret bir kez daha burguladı yüreğinin kıvrımlarını… Kavurup geçiyordu bir alaz duygu ve düşüncelerini…
Kalka sürüne tepedeki kayalığa ulaştı. Siper aldı, tüfeğini tetikte tutarak.
Dağın doğu yakası batı yakası gibi sarp değildi. Yemyeşil otlarla kaplı geniş, derin ve dik bir yamaca sahipti. Derinliğinde coşkuyla akan çay, kıvrıla kıvrıla etrafındaki kavak ve söğüt ağaçlarının nasibini vererek, köyün kenarından kuzey batıya doğru gözden kayboluyordu. Çaydan ötesi kuzey doğuya ve doğuya doğru uzanan dipsiz bucaksız bir ova. Çayın kenarındaki yirmi-yirmi beş hane kadar küçük bir köy var. Hayvan, insan sesleri ve ovanın uğultuları birbirine karışmış, bir koro halinde düzlükten dağın yamacına çarparak yankılanıyordu.
Köy günlük telaşındaydı.
Siperlendiği yerden gözünü ovadan dağın yamacına kaydırınca fark etti, duygularını kabartan sesin yerini. Siperlendiği kayalığın biraz aşağısındaki bayırda sırtı dönük kız yüksekçe bir kayaya oturmuş kendinden geçmişçesine türkü söylüyordu. Elindeki değnek ve sarkıttığı ayaklarıyla kayaya vurarak tempo tutuyordu. Vücuduyla da sağa sola ırgalandıkça uzunca saçları da müziğin ritmince bir sağa bir sola savruluyordu. Ne kendisinden biraz aşağıda yamaca dağılmış meleşerek yayılan kuzu ve oğlakları ne de köyden yükselip yamaca çarptıktan sonra yankılanan seslerin hengâmesini duyuyordu. Piyade tüfeğinin menzilinde olduğundan habersiz, ses, duygu, ritim ve gırtlak nağmelerinden başka hiçbir gerçek yokmuş gibi kendinden geçmişti.
Jiminranebênşerm e (Beni ayıplamayın)
Weylêlêyarêyarê (Vay le le yârim yârim)
Heskiriya dile mine (Gönlümün aşkıdır)
Delala dile minyarê (Gönlümün biricik yâri)
Tüfeğini hedefe odaklı tetikte tutarak kayalığın siperinden çıkıp kıza doğru yürüdü. Yayılan oğlaklar ürküp yamaçtan aşağı doğru sektirince, başını geriye çevirdi ve apışıp kaldı. Hemen arkasında kendisine silah yöneltmiş dev gibi bir adam duruyordu. Dudağını ısırarak ‘’Leşkerê Tirk’’ dedi. Ani bir refleksle elindeki değneği sımsıkı tutarak bir sıçrayışta kayanın üstünde komandoya karşı ayakta durdu. Elindeki değneği bir tehdit unsuru gibi tutuyordu.Aralarındaki mesafe o kadar yakındı ki neredeyse göz gözeydiler. Komandodan gözlerini ayırmadı, bütün dikkatiyle odaklandı.Gözlerinin beyazı yansıdı berenin penceresinden, gözlerine. Bakışları birbirine kilitlenmiş vaziyette kuşkuları tetikteydi. Ateş püskürüyordu çoban kızın cesaretle bakan kocaman kara üzüm tanesi gözleri.Tedirginliğini gördü, komandonun zeytin karası gözlerini fark etmeye başladığında. Ama namlunun ucundaki hedefti.
Esmerlik bir kıza ancak bu kadar yakışabilir, diye düşündü. Çok albenili bir kız. Mavi üzerine çiçeklerin nakış edildiği bir fistan giymiş,saçını kırmızı eşarpla arkadan bağlamış, atkuyruğu yapmış ama saçlar belden aşağı upuzun. Eşarp kaymış, simsiyah kâkülleri yanaklarını okşuyor.Kulaklarının memelerinde renkli örgülü bir ip, küpe mahiyetinde takılmış. Burun boncuk gibi.Dudak narin, hafif açık yakışmış ağzına. Bembeyaz tavşan dişleri birer inci gibi parlıyordu. Bu öfkeli esmer güzeli aklımı başımdan aldı, diye düşündü.
Toparlandığında berenin içinden fısıldayan bir sesle ‘’Suu’’ dedi.
Çoban kızın faltaşı gibi açılmış gözleri öfke dolu ve merak içinde. Bir kaplan sanki atladı, atlayıverecek üstüne.
Yine ‘’Suu’’ dedi ama kız donmuş bir ekrandı. Bu kez gayri ihtiyari ‘’Susadım su Leyla’’ cümlesi çıktı ağzından. Çoban kızkayadan zıpladığı gibi değneği sımsıkı tutan sağ elini havaya kaldırarak, sert bir sesle tehdit edercesine ‘’Ez ne Leylî mê. Ez Xezalim Xezal.’’ Dedi ve dikeldi karşısında.
Piyade tüfeğinin karşısında, bir değnek parçasıyla karşı koyma cesaretinde bulunan, boylu poslu esmer güzeline hayran kaldı. Gözlerini ondan alamıyordu. Cazibesine kapıldığını hissediyor ve uzun zamandır yaşayamadığı bir duygulanma yaşıyordu, içi kaynıyordu.
Sağ elini tüfekten çekip avucunu ağzına götürüp su içer gibi yaptı, matarasını işaret etti.
Kayanın duldasında duran çıkısına yönelmek için kıpırdadığında, sert ve yüksek sesle ‘’Durr sakın kıpırdama’’ tehdidi çivi gibi çaktı olduğu yere. Oğlak ve kuzular bir kez daha ürküp yamaçtan aşağı doğru kaydılar. Gözlerini gözlerinden ayırmadan avucunu, onun yaptığı gibi bardağa dönüştürerek su içer gibi yaptı ve diğer eliyle deçıkısını gösterdi. ‘’Av tunede wheye dew’’ dedi. Kafa hareketiyle onaylayınca elindeki değneği temkinli ve yavaşça kayanın üstüne bıraktı ve ivedi bir şekilde çıkısını açıp kayanın üstüne serdi. Xafşik, bir yufkanın içinde dürüm halinde. Ağzı tülbent parçasıyla bağlanmış maşrapa dolusu ayranı çalkaladı, tülbendini açıp uzattığında komando eliyle belli bir mesafede durmasını istedi.
Kız komandoya göre biraz daha bayırda kalıyordu. Elini uzatıp maşrapayı almaya çalıştığında tüfeğinin namlusunun ucu neredeyse kızın göğsüne değecekti. Güzel bir bezeme, iğne vardı fistanının üstünde ve iki yanında göğüsleri… ‘’Mandalina’’ dedi kısık sesle. Anlaşılmış gibi utandı.
Gözler başlangıçta olduğu gibi yırtıcı bir kaplan değildi, daha anaç ve ürkek bir ceylan gibiydi. Ayva tüyü çillerinin üstünden sarkan kâkülleri daha bir albenili duruyor. Tedirgin ve heyecanlıydı.
Tüfeğin kabzasından tutup namlunun yönünü yere doğru çevirdi. Maşrapayı almadan önce berenin ağzını burnunu kapatan kısmını burnunun üstüne çekti. Sakalları uzamış ve berenin içinde terlemişti. Gözlerini ayırmadan ayranın yarısını içip maşrapayı uzatınca kız eliyle hafif iterek ‘’Nanaa. Vexwavexwa’’ deyince ayranı dipledi. Maşrapayı uzatarak ‘’Teşekkür ederim. Ölmüşlerinizin canına değsin’’ dedikten sonra ağzını elinin tersiyle sildi.‘’Noşî can be’’ deyip çıkısındaki dürümü getirip uzattı. ‘’Tu birçîyî? Qozî ye xafşikebihêkê, te bixwî?’’
Tüfeğin dipçiğini toprağa koyup diz çöktü. Sözcükleri anlamasalar da ne demek istendiğini anlıyorlardı.. Elini göğsüne götürdü.‘’Sağol yemeyeceğim’’
‘’Xafşik pir xweşê’’ ‘’Sağ ol sağ ol aç değilim’’ Elini tekrar göğsüne götürdü. Esmer güzeli çoban kızdan çok etkilenmişti. Duygu yüklüydü. Lise yıllarında daha çok olsa da sonraki yıllarda seyrek olarak şiirler yazmış, ünlü şairlerden çok güzel şiirler okumuştu. Mısralar dökülüverdi ağzından.
Dağlarının yamacında soğuk bir tas ayran
Müjdeleyicisidir karşılıksız aşkların son bulduğuna
Elindeki dürümle kalakaldı. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Söyledikleriyle ne yapılmak istendiğini anlamamıştı ki türkü geldi karşı taraftan.
Yüce dağ başında yanar bir ışık
Düşmüşüm derdine olmuşum âşık
Ağ buğday benizli zülfü dolaşık
Dividim kalemim yazarım…
Gözler birbirini takip etmeyi bırakmadı ama daha yumuşak, daha sıcak, daha duygulu.
Köyden gelen seslere cılız da olsa feryat figan sesleri karıştı. Kızlarının bir problem yaşadığını fark etmişlerdi. Kalabalık bir grup köyün içinden çaya doğru hararetli bir şekilde yürüyorlardı.
Dağın batı yakasından, uzaklardan silah sesleri, bomba, helikopter ve uçak sesleri geliyordu. Türküsünü tamamlamaya çalışarak ayağa kalktı.
…Aha ben gidiyom yar hemen ağla
Yan ağla dön ağla
Tepedeki kayalıklara doğru geri geri çekilirken eliyle köyü işaret ederek ‘’Sen bu köyden misin?’’ diye üç kez sordu. Kız donmuş kalmıştı. ‘’Ez Xezalim leşkere Tirk. Ez Xezalim’’ deyip duruyordu.
Doluksamıştı. Duygulanmıştı. Tepedeki kayalığa ulaştığında eliyle göğsüne vurarak avazı çıktığı kadar, ‘’Sen benim kısmetimsin, sen benim kaderimsin, yabancın değilim artık.’’. Yönünü batıya dönüp dağın arka tarafına kayıverdi.
Kız kurşun hızıyla yerinden fırladığı gibi tepedeki kayalıktaydı. Elinde maşrapa ve dürüm.
Dağın batı cephesinin uzak tepelerinde çatışma vardı. Uçakların bombalama sesiyle birlikte gökyüzünü büyük bir toz bulutu kaplamıştı. Orman yangını almış başını gidiyordu. Uçaklar, helikopterler havada fır dönüyorlardı.
Hızla dağdan aşağı ormana doğru inerken bir kez daha arkasına dönüp baktığında tepede kayalıkların orda gördü onu. Elinde maşrapa dürüm avazı çıktığı kadar bağırıyordu. ‘’Lawoo ez Xezalim tu kîyî? Navê te çîyee?’’ sorularının üstüne dizeleri düştü.
Sen benim kaderimsin yabancın değilim artık
Gözlerini arıyorum hangi katilin gizinde saklı?
El salladı, ormana girip kayıp olmadan önce. Karşılığının çaresiz ve üzgün bir şekilde verildiğini görmedi bile.
Bitkin bir halde ‘’Ez Xezalim. Tu kîyî?’’ diyordu. Dürüm ile maşrapayı çıkıya bırakıp kayasına oturdu. Ağlamakla ağlamamak arasındaydı. Duygulanmıştı. Yüreği kaynıyordu. Yamaçtan aşağı doğru baktığında, köydeki kalabalığın feryat figanla kendisine doğru, dağa tırmanışlarını gördü. Dudağından ‘’Yüce dağ başında yanar bir ışık’’ türküsünün melodisi dökülüverdi, ıslık olarak indi ovaya…
Ziya Şeker kimdir?
Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji mezunu.Yayınlanan şiirlerinin yanında Kil-Tablet ve Kayıp Rıhtım’da öyküleri yayımlandı.
edebiyathaber.net (15 Ağustos 2019)