Bir patika yaratmak (V): Derinlikli duruşlar, gönülsüz bakışlar | Feridun Andaç

Eylül 3, 2019

Bir patika yaratmak (V): Derinlikli duruşlar, gönülsüz bakışlar | Feridun Andaç

“Aslında bu dünyada hiçbir şey zamanında yaşanmaz; yaşam bize önceden öngörüp de hazırlıklı olarak beklediğimiz hiçbir şey vermez.”

Sándor Márai

“Derinlik senin için nedir ki,” diye soruyordu Toni Morrison’un “Aşk” romanındaki anlatıcısı. “Her şeyin bilindiği, hiçbir şeyin anlaşılmadığı bir dünyaya” bakarken ister istemez kendinizi bir yerde, bir duyguda konumlandırmak istersiniz. Yaşama telaşının doğasında vardır bu. Bekleyen ve giden olmak yerine, yaşayıp gören olmak. Ve her bir gördüğünden edindiği deneyimle yaşam yolunun patikalarını açmak…

Evet kesikler olacaktır, kırılmalar, can seyirmeleri kaçınılmazdır… Biri sevip bağlanırken diğeri üzülecektir. Yaşanmayana kulaç atmak belki de böyle bir şey. Hayatın diyalektiği bizden bunu istiyor.

Ötede duygu erimeleri varken nasıl kendinizi iyi hissedebilirsiniz ki?

Márai bir bakıma da “Eszter’in Mirası” romanında bunu anlatıyordu. Burukluk ötesi bir dram… Seven sevilemeyen, kavuşan kavuşamayan… Ve yaşam örgüsüne yalanlar girince, yanlış anlamalar, göz ardı edilmeler… İşte bir insanın yazgısı da böyle biçimlenegeliyor. Eszter, duyguyla içlice sevendir. Deli dolu sağı solu belli olmayan Lajos, ona ilgisini yeterince taşıyamaz, Eszter’in ablasıyla evlenir. Yirmi yıl sonra çocukları Eva ve Gabor ile çıkıp gelen Lajos, gene hinliğiyle ortalığı karıştırır. Yanlış anlamaların, saklı tutuşların onları getirdiği yerde yalanlar da vardır, bir sevgiye sahip çıkamama da. İçindeki buruk sevgiyi yenemeyen Eszter, her şeyini bırakır, istenen her şeyi Lajos’un o açgözlülüğüne teslim eder.

Sonrasını düşünmez.

Bilir ki insan kendiyle baş başa kaldığında insanlığını anlar, görür. Vermek onun için bir yanıyla arınma, diğer yanıyla da karşısındakinin  ne olduğunu görmedir.

Eszter evlenmemiştir, ama artık Lajos’un da bekleyeni değildir. İçindeki kıpırtıyı alıp götüren bu açgözlülüğü düşünür biraz da.

Sándor Márai’nin bu romanını okurken Jung’un şu sözlerine döndüm nedense:

“Olgular arasındaki bağ, belli koşullarda, nedensellikten başka bir bağlantı olabilir, başka bir açıklama ilkesi gerektirir.”

Romandaki nedensellik ilkesi birkaç açıdan irdelenmeye değer. İnsani ilişkilerin giderek yozlaşması, duygu erimesi, yalanlarla örülü bir dünyanın yıkıcılığı, beklentisiz mutluluk nasıl var edilebilir, insanın ağrısı duyguda mıdır yoksa düşüncede mi? Duygu aşınması ölümcül yara gibidir…

Romancı neredeyse tüm bunları gösterir. Ve bize hayatın derinlikli duruşunun nasıl nerede, hangi insani ilişkilerde akıp durduğunu da hatırlatır.

Sevmeyi öğrenmek, sevdiğini yaşatmaktır. O bilincin sizi taşıdığı bir bakışla hayatınızı kurmaktır. Bilinir ki; birisizlik biraz da bensizlik sarmalında kendini tüketmektir.

Ne ötede durmak, ne de beride kendini tüketmek. Eszter’in yazgısı diyebileceğimiz o seçilmiş yalnızlığında biraz da tükeniş ve gönülden kabulleniş var. Her şeyini bırakıp belirsizliğe göçmesi de biraz bundan.

Sevgi tükenmez. Ama tüketen şey insanın yabanlığı, riyakârlığıdır. Seven, sevdiğine sahip çıktıkça yepyeni bahçeler kurulur, yepyeni düşünceler filizlenir. Zamanın bizden aldığı her bir şeyi gene sevgiyle tümler hayata yeni bir pencereden bakarak patikamızda yol alırız.

Morrison’un kahramanı bu kez şunu diyordu: ”Artık benim erkeğim, okyanus. Ne zaman şahlanıp sırtını kabartacağını, ne zaman susup bir kadını izleyeceğini biliyor. Bazen çapraşık, anlaşılmaz olsa da, asla yalan yürekli bir erkek değil o. Ruhu derinlerde bir yerde, acı çekiyor.”

Lajos tüm bunlardan uzak biriydi. Eszter’in mutsuzluğunu yaratan bir bönlüktü onunkisi. Şunu da diyebiliriz: Gönülsüzlük.

Başlayan ve süren bir sevgi bağını var edebilen nedir, sorusunun yanıtını aramak yerine; bunun varoluşunu göremeyen insanın içkörlüğünü anlatır biraz da Márai…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Eylül 2019)

Yorum yapın