Bir akşam şarabın ruhu şişelerde çoğalıp, müzik aşkla yaşayanların hüzünlü ezgisiyle ılık ılık içimize akarken burnumuza öğleden sonra yağmuru kokusu dolar ve işte o an Oliveira’yı anımsarız. Hayatındaki çiziklerle mücadele etmekten bıkan, kendini aramak adına La Sibbyle’yi bırakıp giden Oliveira, tıpkı Cortazar gibi Arjantin asıllı Paris göçmenidir.
Oliveira bir sokak ötede bizi gözetliyor. Tatminsiz, huzursuz kıpırdanışlarla arşınladığı sokakları, elindeki varoluş merceği ile geziyor. Mercek, hayatın kaba realitesini dümdüz gözler önüne sererken Oliveira acı çekmeye devam ediyor. Aradığı her ne ise, Oliveira her adım attığında, ondan bir adım daha uzaklaşıyor.
Caz müzikleri, plaklar, keskin bir mate, yaz sıcağında içilen soğuk biralar ve rasgele yığılmış kitaplar… La Sibylle’yle yalnızlığı bölüştüğü pis çarşaflı otel odaları… Sevişmenin yalnızlığa iki çentik daha atışını her sabah hissedip, oto kontrolünü ele geçiren bedeninin mekanik algısına yenik düşen Oliveira’nın gittikçe kendine yabancılaşması… Bir kartopu gibi büyüyerek kayboluşa doğru gidiyor Oliveira…
Birbirini bir zamanlar aramaksızın yola çıkan ama özünde tek dertleri birbirlerini bulmaya çalışan Oliveira ve Sibbyle arasındaki aşk, zaman algısına yenik düşmeden, Oliveira’nın Sibylle’yi terk ettiği günden itibaren yavaş yavaş büyüyor. Oliveira, aşkın zafiyetine tutulan o histerikli duyguları arkadaşının karısı Talita’ya bakışında da görüyor. La Sibylle vücut değiştirip Talita’yla karşımıza çıkıyor.
Seksek romanı bana Türk Edebiyatı’nda Aylak Adam’ı anımsattı. Bir tutamağı olmalı diyen bohem ve entel bir yaşamı seçen kahraman C., hayatına giren hiçbir kadında aradığını bulamamış, hep bir hayali aramakla ömrünü geçirmiştir. Oliveira ‘da La Sibylle’ e normal şartlarda âşık değilken, La Sibylle’nin yokluğu onda bir tutku haline dönüşmüştür. Aradığı La Sibylle olmadığı halde varoluşunun huzursuzluğuyla artık hiçbir yere sığamaz. Birbirlerini keşfetme yolculuğunda Paris’in bohem sokaklarını karış karış gezen bu ikili, her defasında birlikte gezdirdikleri ve adını koyamadıkları tuhaf, belirsiz bir ruh hali içinde acı çeker. Tıpkı günümüz birliktelikleri gibi… Birlikte ama yalnız…
Yalnızlığın en başat hali nasıl anlaşılamamaksa, küçük dünyasında içselliğin ötesinde bir arayışa adanan Oliveira; kendisini anlayamayan, sürekliliğin içinde bir döngüye kapılıp giden Sibylle ile farklı frekanslarda olmanın burukluğunu yaşar. Ona göre cahil, zavallı, hep düş peşinde koşan delinin biri olarak vasıflandırılan La Sibylle, aslında toplumun standartlarının öngördüğü klasik insan modelidir.
Yer yer aralıklar halinde insanı baş döndürücü etkisiyle sarsan varoluş buhranı, Oliveira’nın La Sibylle ve diğerlerinden kaçışına neden olur. Aşkın tatlı yollarından sizi alıkoyup yalnızlığın dikenli yollarına sizi atan, o dikenli yollarda varoluşumuzun amacını aramaya çalışırken inanılmaz bir özgürlük duygusuyla sizi sarıp sarmalayan, kimsenin kendisinden başkasının dünyasına adım atamayacağı gerçeğini bir tokat gibi yapıştırır roman. Bilinçaltının yorucu atmosferi, mutluluğun formülünün yalnızca kendisinde olduğunu fısıldadıkça, o, sonradan acı çekeceğini bildiği halde La Sibylle’den ayrılarak bir başkaldırıya imza atar.
Plastik çağın bize entegre etmeye çalıştığı toplum etiği ve kuralları dışına çıkmak, bir delilik halidir. Akışta kalmak, size biçileni yaşamak, varoluşunuzu sorgulayan benliğinizle çatışmayıp ben’i yok etmek, sürüye uyup sükûneti bozmadan zaman ırmağının ağır sularında dünyadan geçip gitmek… Tipik birey döngüsü… Oliveira, tüm bu kalıplardan sıkılan, bohemliğin koy vermişliğiyle sallapati yaşayan huzursuz ruhtur.
Seksek numerolojik bir düzen içinde hayatın alt portresini içimizdeki bulantılı renklerle karıştırarak göz önüne serer. Ortaya çıkan çalkantılı tablo, Oliveira gibi tatminsiz ruhlara keskin fırça izleri bırakır. Bir türlü iyileşemeyen, sisli bir eskiz, güncelliğini yitirmeden hep başlangıç noktasına çağırır bizi. Bu davetler, gün gelir seksek oynamaktan bıkar, ölümün dinginliği daha cazip gelir. Fırça darbeleriyle canlı kılınmaya çalışan renkler solar, dökülür, kararır ve kendini yok oluşa teslim eder. Tıpkı Oliveira’nın, romanda geçen” Birazcık daha, birazcık daha eğilmek, eğilmek ve sonra bırakmak ardından kendini, hoooop! Bitti.” diyerek bir sona varışı bize hissettirdiği gibi…
Hayat da bir Seksek oyunu değil midir?
Karmaşık, başlangıcı ve sonu özün içinde kaybolan…
Güler Kalem – edebiyathaber.net (9 Eylül 2019)