19 Şubat 2016’da akıllı cep telefonumdan Twitter’e girince Umberto Eco adının TT listesinin başında olduğunu, gece yarısı gerçekleşen bu ani ve sarsıcı ölüm hakkında sayısız yorum yazıldığını gördüm. Aklıma ilk gelen, 2004 yılında Ankara sahaflarında Gülün Adı’nın birinci yada ilk basımlarından birini bulmaya çalışırken bozkır soğuğu şaka olmayacağını zatürreeye yakalanarak öğrenişim oldu. İstanbul’a kendimi atıp 10-12 gün boyunca öksürüklere boğularak yatarken ev halkının tüm karşı çıkmasına rağmen 4. basımını bulabildiğim Gülün Adı’nı okumuştum. Edebiyat insanı iyileştirir. Hele nitelikli bir roman, sapasağlam yapar yüreği. Bunu düşünerek Gülün Adı’nı son üç yılda birkaç kez yeniden okuma girişimlerinde bulundum. Hep yarım kaldı. Sonra geçenlerde aklıma yazdıkları metinde bunu yapma iddiasında olmasalar da, okura ‘Nasıl nitelikli roman yazılır’ cevabını veren Büyük Öğretici Yazarlar’ı düşündüm. Umberto Eco’nun da o büyük ustaların en kıymetlilerinden olduğunu aklımdan geçirirken, kitaplıkta Gülün Adı ile göz göze geldim.
Büyük romanları olan yazarların kaderidir: Metinlerinin çok bilinmesi ama üzerinde yeterince konuşulmaması ve o metnin anlaşılamaması. Buna Demirciler Çarşısı Cinayeti yazımdan sonra Yaşar Kemal’in 84 yaşındayken onu yerinden gerçekten zıplatacak heyecanı duymasıyla şahidim. Umberto Eco’nun da kaderi, en azından bizim coğrafyamızda Gülün Adı’nın çok bilinmesi ama yeterince irdelenmemesiyle yazgılı. Sahi Gülün Adı, sosyolog, filozof, gösterge bilimci gibi bir dolu uzmanlığın yanında bir Orta Çağ bilgini olan Umberto Eco’nun bir manastırda işlenen cinayetleri ele alan romanı olmasından mı ibaret? Bilirim ki gerçeklere en basit yoldan gidilir. Gülün Adı için de tarihi-polisiye roman olmasının dışında bir anlam yüklemenin ve ele almanın boşa kürek çekmek olabileceği söylense yerinde olur. Yine de bu basit yap-boz’da oturmayan bir parça var. Edebiyata unvanını verdiren devasa romanların, çok basite indirgenerek ve okunsun diye olabildiğince popüler hale getirilerek okura sunulduğu yazılar arasında, Gülün Adı Nedir’in ışığının parlaması yazının ya da yazarının kaderiyle ilgili mi olmalı? Yoksa bundaki tüm güç Eco ve onun eşsiz romanının kudretinden mi kaynaklanmalı?
Bir soru makinesi
Edebiyat soru işidir. Kendine okur sıfatını veren de, doyumsuz bir cevap verici. Gülün Adı, Umberto Eco’nun 1950’lerden beri eline geçen, ona gönderilen, araştırıp bulduğu sayısız Orta Çağ metninin romanı yazdığı 1980’e kadar geçen 30 yıldaki bir harmanından oluşuyor. Ama bu kadarı da değil, roman aynı zamanda on parmağında on marifet olan profesörümüzün bir edebiyatçı oluşundan da kaynaklı şekilde, ‘Roman bitti, Dostoyevski ile gömüldü, Kafka ile rafa kaldırıldı’ denilen 20’nci yüz yılda ‘Modern klasik nasıl yazılır’ başlıklı ders kitabı aynı zamanda…
Gülün Adı’na bu kadar etiket yapıştırıp da ne olduğunu açıklamamak ‘Şu kitapları okuyun’ diye verilen listelerde o kitapların neden okunması gerektiğine değinmeyen popüler olma anlayışından ileri gitmez. Fakat bu metnin iddiasını da Gülün Adı’nı incelemek gibi bir ukala cesareti de oluşturmaz. Metni incelemek başka, metinden ne anladığını anlatan bir edebi metin yazmak başkadır. Bugün ise kaçınılmaz olarak metinin özelliklerine; baş kişilerine, olay örgüsüne, kurgusuna başvurmak mecburiyetimiz var. Çünkü Gülün Adı, biz okurlar ve biz yazarlar için ‘Ne anladınız’ sorusunu soran ve cevap arayan bir makineden ibaret. Hem de hala takır takır çalışan bir makine…
Avrupa kaynıyor
1327 yılı. Avrupa’da sonu gelmeyen veba salgınlarının yüz binleri kırıp geçirdiği, soyluların ülkelerinin nihai sınırlarını çizmek için seferler düzenlediği, yoksulluğun açlığın zirve yaptığı ve dinin yani Hıristiyanlığın bir elbisenin nasıl dikileceğinden hangi kralın taç giyeceğine dair yaşamdaki her şeye karar verdiği dönem. Papalık ile askeri gücü elinde bulunduran krallıklar arasında en an değişen hassas bir dengenin yaşandığı, siyasetin de oldukça hareketli ve hararetli olduğu günler. Öyle ki Almanya’ya tahtına iki kral aynı anda oturmaya çalışırken, Papalık da bu durumu kendi lehine çevirmek için harekete geçer. Öte yandan Hıristiyanlık aleminde derin bir laiklik tartışması alevlenir. Fransisken, Minoritler, Katarlar, Mormonlar hepsi de birbirlerini ama gizli ama açıktan en hafif tabiriyle dinsizlikle suçlar, gerçek Hıristiyanların kendileri olduğunu öne sürmekten çekinmez. Bir yanda kalelerde yaşayan soylulara savunma ihtiyaçları için asker veren, vergi olarak tarlalarındaki ürünü gönderen halk yoksulluk, açlık ve sefalet çeker. Diğer taraftan gece gündüz Tanrı’yı kutsayan, İsa’yı anan devasa manastırlardaki çilekeş fakat bolluk içinde yaşayan papazlar halktan büyük saygı görür.
Cinayetlere gel
1327 yılının kış ayında aslen İngiliz olan Rahip Baskerwille’li William, yani boyu bir doksandan uzun, elli yaşını geçkin, kel kafalı, yakışıklı, anlayışlı, zeki bir bilgin filozof ve kilisenin en derin suç sorgucusu İtalya’daki bir manastırda gerçekleşen şüpheli ölümü araştırmak için yola düşer. Ona bu serüvende eşlik edense, görece çirkin, çelimsiz fakat uyanık, duyarlı aynı zamanda da yazmaya yatkın Melk’li Dom Adso adlı on yedisinde var yok bir Fransisken çömezidir. Umberto Eco’nun Gülün Adı’nı bir edebiyat ders kitabı gibi de yazdığını söylemiştim: Daha giriş bölümünde sarp coğrafyadan manastıra giden William ile Adso, bir grup rahibin karlı arazide bir şey aradıklarını görür. Yanlarına vardıklarında ise William kayıp şeyin başrahibin atı olduğunu ve manastırın arkasına gittiğini, henüz uzaklaşamadığı için de yakalanacağını buyurur. Ve her şey tıpkı William’ın dediği gibi çıkar. Adso’nun da bu duruma epeyce şaşırdığı uzun bölüm boyunca daha manastıra ayak basmayan William’ın müthiş bir gözlem gücü olduğunu, bunu mantığıyla birleştirebildiğini ve dönemin en entelektüel kişileri arasında sayıldığını anlarız. Daha sonra ise eşsiz bir kütüphanesi bulunan fakat papazlara yasak olan kütüphanenin el yazmalarına minyatürler çizen Otranto’lu Adelmo’nun ölümüne ilişkin soruşturma için gelen William’ın, manastırın mimarisi nedeniyle bu ölümün intihar gibi göründüğü kanaatine vardığı bölümü okuruz. Kurmacada bize Eco, ilerleyen bölümlerde William’ın fikrini değiştirecek ve romanı derinleştirecek bir hava yaratacağını gizlemez. Zaten akan bölümlerde de William ile Adso sırayla Manastır Başrahibi Fossonova’lı Abbonne, her türlü gizemin yaşandığı Kütüphane’nin sorumlusu Hildesheim’li Malachi, insan bedeni, zehir ve halüsinasyon konusunda uzman Sankt Wendel’li Severinus, bilge kör rahip Burgos’lu Jorge, cam ustası Morimondo’lu Nicola gibi karakterlerle tanışır.
Garip papazlar
William soruşturmayı derinleştirdikçe manastırın alışılageldik manastırlara pek benzemediğini, papazların vakitlerinin çoğunu ustalıkları olan işleri yapmak ve ibadet etmenin dışında büyük bir ciddiyetle somurtarak geçirdiklerini anlar. Bu da soruşturmak için geldiği ölüm vakasının intihardan ziyade cinayet olabileceği şüphelerini doğurur. Fakat burada Eco, cinayet şüphesine giden yoldaki kurgusunu alışılageldik polisiye romanlardaki gibi üslubuyla kendine okuru hayran ederek sürükleyiciliğin gücüne abanarak yapmaz. Hatta manastıra geliş bölümünde Adso’nun cennet ve cehennemi anlatan tahta ve taş oyma figürlerini anlattığı uzun bölümler okura illallah ettirecek kadar uzun. Kaldı ki bu durum Eco’nun yazı üslubundan kaynaklanıyor. Gösterge bilim örneklemesi yaparken porno ve erotik filmden söz açan Eco, pornoda zamanın doğal akışında olduğunu, bölümlerin kesilmeden bir hareketin yaşandığını ve oyunculuğun buna göre yapıldığını söyler: Ona göre pornodaki (biz her ne kadar kurgu olduğunu bilsek de) yaşanan seks, gerçeğe en yakın olandır. Erotik filmde ise sahneler kesilir, zaman akışı belirsizdir ve oyunculuk baştan tekrarlanabilir o nedenle de kurguya yatkındır. Eco’nun yazı sitili bize bıktırtacak denli uzun bölümler anlatan Adso’nun gerçekten heybetli olan manastırdan etkilendiği bölümleri ‘Aman okuru sıkar ve kaçırırım’ kaygısı olmadan anlatışı, onun gerçeği dile getirdiği ifadesinin yansımasıdır.
Bu sebeple de, William’ın soruşturmada ilerlerken takındığı sarsılmaz mantık, duyarlılık ve entelektüel tavır bizde her ne kadar hayranlık uyandırsa da, roman görece ağır ve aksak ilerler. Fakat Eco’nun bir edebiyat uzmanı olarak klasik romanlara gönderme yapma amacı taşıyan Gülün Adı’nda daha çok Tolstoy romanlarında karşımıza çıkan önce karakteri uzun uzun tanı ardından, sürprizini ortaya koysun mantığı uyarınca William da, tabi ki Adso’nun gözünden manastırın her biri birbirinden garip, tehlikeli ve yalancı papazlarıyla bu esrarengiz ölümü soruşturmaya başlar.
Katil durmuyor
Öte yandan William’ın soruşturmayı derinleştirdiği süre boyunca manastırda ardı sıra başka ölümlerin de meydana gelmesi ve baş aşağı domuz kanı varilinden çıkan cesetler, ağzında kara zehir izleri bulunan cesetler bunların doğal hayat kayıpları olmadığını açık seçik ortaya koyar. Eco’nun sürükleyici olma iddiasını taşımadan sürükleyici olan kurgusuyla artık, katil yada katiller bu soruşturmacı William’a kafa tutup onun cinayetleri açığa çıkartması için meydan okur ve aynı zamanda ilk cinayetten itibaren hepsinin aydınlanmasının bir şekilde önünü kapatmaya soyunurlar. Çünkü Adso papazlarla ilişki kurdukça öğrenir ki kendilerini çileye adamış, dünyevi zevklere kapatmış bu din adamları arasında eş cinsellik, aşk, kıskançlık ve bulundukları köyün kadınlarıyla günaha girme gibi pek çok karmaşık gizemli ilişki vardır. Bu da cinayetlerin hem sebeplerini ortaya koyuyormuş gibi bir durum yaratırken öte yanda da puslu havanın görüş açısını daha da karartır.
Umberto Eco, açtıkça içinden bir tane daha bebek çıkan bir kıyamet matruşkası gibi bir gerilime dönüştürdüğü soruşturmada William’ın karşısına onun aşırı anlayışlı, özverili ve uysal sorgu tekniğinin yanında kaba saba ve suçlayıcı bir rakip olan Bernardo Gui’yi koyup işleri daha da kızıştırır. Zaten Varagine’li Remigio adlı Kilerci’nin cinsel ihtirasları nedeniyle cinayetlerin düğümü başka şekilde çözülecekken ipin ucunu bırakmayan William cinayetlerin gerçek nedeninin tüm manastıra yasaklanan kütüphanenin gizli bir bölümünde onu beklediğini de bulur.
Roman yazarken aynı zamanda mimari sanatına da giren Eco, bize okurken gerçekten kafa yorulması gereken bir bilmece bırakır. William ile Adso’nun sık sık kayboldukları ve romanın da ana alanını oluşturan bir labirentten oluşan kütüphanede yapılan birkaç inceleme sonucunda elde edilen delille göre manastırda okunmaması gereken kitaplar bölümü vardır ve oraya giren ya da bir şekilde orayla ilişkili tüm papazlar bugüne kadar çeşitli sebeplerle ölmüştür. O bölümde İbn-i Sina’nın El Kanun Tıp kitabından Kuran’a kadar başta Arapça kitaplar bulan William ile Adso araştırmalarını derinleştirdikçe ellerindeki Arapça, Yunanca, Latince ve başka dillerde yazılmış bir metinin aradıkları o yasak kitap olduğunu anlamaları uzun sürmez. Ve bu cinai hikayeler gerçek katilin belirlenmesi, ardından da kütüphaneyle beraber manastırın da üç gün süren bir yangında kül olmasıyla neticelenir.
Gülün Adı, için salt bir tarihi-polisiye romandır demek hem doğrudur hem de gerçeği oldukça basite indirgemek olur:
-Gülün Adı, 20’nci yüz yılda yazılmış fakat alt metinlerini 19’uncu yüz yıl klasiklerinin oluşturduğu ve onlar gibi kalıcı olma iddiasıyla yazılmış bir romandır.
-Gülün Adı, bir polisiye metnin olayın gerçek doğasını verebilmek için uzun metinleri de barındırarak, sürükleyicilik unsuruna abanmadan da yazılabileceğini ortaya koyar.
-Gülün Adı, William gibi bir filozof karakterin de pekala sorguculuk yapabileceğini anlatarak, polisiye roman karakterleri iççideki entelektüel seviyeyi aşılamaz noktaya taşır.
-Gülün Adı, tarihsel romanlardaki o dönemin dili ne olmalı sorusuna yeri gelmedikçe karakterin duygu durumunu anlatan bir yazar ifadesi bırakmadan, çoğunlukla diyaloglarla bir roman yazılabileceğini öğretir.
-Gülün Adı, tüm kitapların başka kitapları barındırdığını anlatır.
-Gülün Adı, William’ın üzerinden tüm sorunların bilim ve akıl yolu ile çözülebileceğini ifade eder. Buna örnek olarak da hem Aristo’dan hem de Fransisken filozof Roger Bacon’dan örnekler verir.
-Gülün Adı, Adso’nun günlüklerinden oluşan metin bütünlüğüyle yaşananların Adso’nun hatıralarında değişerek yeniden kalıba dökülmüş olabileceği gerçeği üzerinden ‘roman gerçekliği’ kavramını ortaya koyar.
-Gülün Adı, gülmeye karşı bir Hıristiyan tarikatında işlenen cinayetleri anlatarak, gülmenin önemine işaret eder.
Roman yazmak istedim
Romanın ardından Eco’nun ‘sonrası’ adlı bölümünde bu metni neden yazdığına ilişkin sorulara ‘Bir roman yazdım, çünkü canım bir roman yazmak istiyordu’ diye cevap veriyor. Sahi, bir roman yazmak için bundan daha geçerli bir sebebi olan var mı acaba? Öte yandan romanın adının neden Gülün Adı olduğu da hep konuşuldu. Gülün, Hıristiyanlığın önemli sembollerinden biri olduğu, hatta pek çok gizil tarikat ve işarete vurgu yapıldığı söylendi durdu. Eco ise bu ismi ilgi çekeceği için koyduğunu söylüyor. Adso’nun Güncesi adından iyidir her halde…
Neresinden bakarsanız bakın, Gülün Adı benim diyen okurun hatmetmesi gereken metinlerden. Yazar adaylarının ise çevirip çevirip okuması lazım gelen romanlardan. Ha bir de başka özelliği var ki, bugüne kadar herkesin gözünden kaçmış. Başarısı kesin bir aşk büyüsü tarifi de romanda gizli. Tutan olursa, haber versin:
“Bir kara kediyi öldürüp gözlerini oyacaktın. Sonra onları karatavuğun iki yumurtasının içine koyacaktın, birini yumurtaya ötekini öteki yumurtaya. Sonra yumurtalar fışkı yığını içinde çürümeye bırakacaktı, yumurtaların her birinden küçücük bir şeytan çıkacak, bu dünyanın tüm nimetlerini ayağına sermek için buyruğuna girecekti. Ama büyünün etkisini göstermesi için, gübre içine girmeden önce sevdiği kadının yumurtaya tükürmesi de gerekiyordu…”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (10 Eylül 2019)