“Bir insanı sevmekle başlar her şey.” diyor 20. yüzyılda Türk edebiyatının en büyük kalem ustalarından biri olan Sait Faik. Bu hayatta bir insanı sevmekle başlıyor çünkü her şey. Bazen romanlar bile… Başkası da bir insanı sevmekle başlayan tuhaf bir yaşama sahip olan garip bir adamın hikayesiyle başlıyor. Onun hayatı da bir insanı sevmekle başlıyor, bir insanın sevgisinden mahrum kaldığında ise muttasıl kanayan bir yara gibi ne yapılsa merhem tutmuyor. Benim “garip” olmakla itham ettiğim romanın bas kişisi muhtemelen kendisini normal bir insan olarak kabul edip geriye kalan duyarsız kalabalığı garip olarak tanımlıyordur. Olsun, kime ne zararı var?
Başkası’nı okurken bir aşk romanının nasıl olması gerektiğini de öğreniyorsunuz. Aşkın da diğer bütün yaşamsal unsurlar gibi gerçek hayatın bir parçası olduğunu kavrıyorsunuz. Size aşk romanı diye pazarlanması nesnelerde anlatılan, yaşamın nesnel gerçekliğinden soyutlanmış homojenize bir aşkın nesnel gerçekliğe uymadığını görüyorsunuz. Bir dost muhabbetinde kulağıma çalınmıştı: Çılgınlar gibi âşık olduğun o güzel kadının da tuvalete bıraktığı şeyin en az seninki kadar kötü koktuğunu öğrendikten sonra bile o kadına kendini âşık hissedebiliyorsan onu gerçekten seviyorsun demektir! Aşk kuşkusuz var ve kadınla erkeğin bu dünyada cinsiyet denen olguyu fark ettikleri andan itibaren de yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. Hatta bu dünyadaki insan yaşamının devamlılığını sağlayan neredeyse tek olgu! Başkası’nda yazar bize hayatın diğer unsurlarından soyutlanmış homojenize edilmiş yapay bir aşk hikayesi anlatmıyor.
Roman bir olay örgüsü ve karakterler yaratma sanatıdır. Günümüzde yayınlanan 500 sayfalık oylumlu romanlarda bile karakter niteliğine sahip bir kişiye rastlamadığımız romanları okumak zorunda bırakılıyoruz. Zorunda mıyız? Elbette zorundayız; çünkü yıl boyunca yayınlanan romanlarda içinde bir tane bile karakter bulunan nitelikli bir romana denk gelmemiz bir mucize! Yılların esnafları piyasada mal bulunmayan, işlerin kesat olduğu dönemlerde umutsuz bir biçimde ellerini iki yana açarak şöyle derler: “Piyasa böyle!” Biz de edebiyat piyasası için aynı ifadeyi kullanmak zorunda kalıyorsak suç bizde mi, yoksa piyasanın istekleri doğrultusunda romanlar yazan günümüzün roman yazıcılarında mı? Romanı okumadan önce “Acaba bu da mevcut edebiyat piyasasının bir ürünü müdür?” korkusuna kapılıyoruz; ama kitabın ilk yirmi sayfasını okuduktan sonra bu vehmimizin asılsız çıkmasına seviniyoruz. Başkası romanında yazar karakter yaratma konusunda oldukça başarılı. Romanda tip olarak kabul edeceğimiz kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yazarın bir iki sayfada işlediği bir roman kişisi bile karakterleşiyor.
“İnsan ne korkunç bir yaratık, her duruma alışabiliyor.” Dostoyevski. Kısmen doğru bir yaklaşım. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim ki Başkası’nın ana karakteri bir insanın gidişiyle oluşan yeni duruma bir türlü alışamıyor. Alışamadığı her gün daha da eriyerek yok oluşa doğru hızla yol alıyor ve bunun da gayet farkında. Bir insanın önlenemez gidişiyle göz göre göre yok oluşa doğru ilerlediğini açıkça fark etmesine rağmen bu durumu değiştirmek için elinden hiçbir şey gelmeyen insanın çaresizliğinin yarattığı ataletin bir yansımasını görüyoruz onun gözlerinde. Hızla kendini yok eden bir mikroorganizmaya dönüşüyor âdeta. Başkasının gidişine uyum sağlayamayan, “alışamayan” insanın hazin öyküsünü okuyoruz sayfalar boyunca. Biri sizi yıllar boyunca içinde bir başkası olarak yaşadığınız bu dünyanın yerlisi olduğunuza inandırdıktan sonra sizi katlanılmaz karanlığınızla yalnız bırakıp çekip giderse ne hissederseniz Başkası romanında da ana karakter onu ta iliklerinde hissediyor.
Romanda her iki karakter de tam manasıyla bir ego abidesi. Hani İkinci Paylaşım Savaşı’nda büyük kayıplar veren ülkelerin kayıplarının o büyük acılarını simgeleyen devasa anıtları vardır ya, işte bu romandaki karakterler de tam olarak o anıtlarda gözlemlediğimiz devasa bir acıyı simgeleyen büyüklüğün oranında yüksek egolara sahipler. Sanırım bu romanın kahramanlarının ikisiyle de arkadaş olmak istemezdim. Bir şekilde arkadaş olma hatasını yapsaydım dahi arkadaşlık ilişkimiz kesinlikle yürümezdi. Tennessee Williams’ın o pek meşhur sözünde de vurguladığı gibi “İnsanlar birbirlerini kendi egolarındaki çatlaklardan görürler.” Bu romanın karakterleri de birbirlerini egolarındaki çatlaklardan görüyorlar. Egonun çatlaklarından sızan bir iletişim hattıyla bir aşk ne kadar yürütülebiliyorsa o kadarını yürütebiliyorlar. Daha fazlasını değil.
Ancak yine de bu romanın ana karakterinin bir insan olduğunu söyleyemeyeceğim. Başkası romanındaki yaşamsal pratiğin tamamı bir şehrin özgün damgasını taşıyor üzerinde. Romanın baş kahramanı, ana karakteri İzmir – Karşıyaka oluyor. Bir karakter yaratma sanatı olan romanda yazar özgün kimlikleriyle toplumsal hayatta varoluş mücadelesi veren bireylerin normal insanlar tarafından pek de ciddiye alınmayan sergüzeştini anlatırken, belki de yazarın bile farkında olmadığı bir biçimde romanda bize anlatılan yaşamsal kesitin her yerine şehrin kokusu siniyor. Bu roman bir İstanbul romanı olamazdı, öyle olsaydı biraz yapay olacaktı ve genetiği değiştirilmiş bir organizma gibi doğada sırıtacaktı. Olaylar, bozkırda bir aksak cumhuriyet düşünü andıran Ankara’da yaşanmış olsaydı bizde, yani okurda, aynı etkiyi yaratmayacaktı. Neden mi? Çünkü romanda İzmir – Karşıyaka öyle bir yer ediniyor ki romanın tamamını kapsayan bir iklimde mekânsal politik zeminin tamamını işgal ederek roman kurgusuna müdahale eden bir niteliğe bürünüyor. Olaylar İzmir – Karşıyaka dışında bir yerde yaşanamazdı. Eğer öyle olsaydı gerçekçi bir romandan konuşuyor olmazdık. O zaman Başkası için “derinlemesine çalışılmış gerçeküstü bir entellektüel fantazi” deyip konuyu geçiştirebilirdik.
Romanın dili ve anlatımı oldukça ağır. Güncel Türkçe ile yazılmış olmasına rağmen cümlelerin anarşist dansı içinde ne zaman nereye gönderme yapacağı belli olmayan sözcüklerin gerilla harbine maruz kalıyorsunuz. Sizi birkaç sayfada bir başka bir yazara ve şaire gönderen metin içi üstü kapalı alıntılar, satır aralarına gizlenmiş arketipler nöronlarınıza alışık olmadık bir saldırı düzenliyor adeta. Ortalama bir okur düzeyinin çok üzerinde bir eleştirel okuma hazırbulunuşluğu istiyor okurdan. Öyle çayla kahveyle berjer koltuklarda yayıla gerine okunacak bir kitap değil Başkası. Başkası’nı okurken bilgisayarınızda Wikipedia, telefonunuzda Google uygulamalarının açık olmasında fayda var. Hattâ liseden sonra etkin ve eleştirel okumalara ara veren okur kitlesi için TDK Sözlük’ün de el altında bulundurulması yararlı olabilir. Hatta bazı durumlarda yeterli olmayabilir. O zaman gereğini yaparsınız artık! Öyle yaz aylarında şezlongda yayıla gerine okunacak bir aşk romanı arıyorsanız Başkası’dan uzak durmalısınız. Genel edebiyat kültürünüz ortalama bir editor düzeyinde ise sıkıntı yok, rahat rahat şezlongda yayılarak gerinerek de okunabilir. Övünmek gibi olmasın, zira ben öyle okudum! Benim açımdan entellektüel şehvetin zirvelerinde dolaştığım bir okuma deneyimi oldu Başkası!
Serbest stilde downhill yapan cümlelerin öznesiyle yüklemini tespit etmeye çalışmanızı ise hiç tavsiye etmiyorum. Cümle bilgisi üzerine yazılmış dilbilgisi kitaplarına kadar uzanmanız gerekebilir. Bütün bunlar gözünüzü hiç korkutmasın. Okurunu okuma eyleminin sonunda bir noktadan bir noktaya taşıyamamış bir roman zaman kaybıdır. Bu romanı okuduğunuzda bir yazarın dil malzemesi ile neler yapabileceğini göreceksiniz ve çoksatar düzeyindeki bir sözdiziminin Cin Ali hikâyeleri kadar basit ve sığ kaldığını kavrayacaksınız. Ufkunuz açılacak. Romanı okuduğunuzda dile takla artıran bir cambaz yerine dil tahtasını sabırla yontan bir marangoz, taş malzemeyi sabırla işleyerek kusursuz sütunlar diken bir yapı ustası karşılayacak sizi. Bu ustanın elinde çekiç ve keski yerine dolmakalem olabilir. Şaşırmayınız! Bu sıçrama noktasından hareketle Türkçenin dil ustası büyük romancılarına atlayacaksınız. Başkası’nın yazarı da Türk romanının büyük dil ustalarından biri olmaya aday! Başkası hakkında “Bir dilsel şölen!”, “Deneysel bir anlatı retrospektifi!” diyerek küresel sermayenin piyasasına parça hesabı yövmiyeyle çalışan çağcıl kitap tanıtımcılarına öykünmek istemiyorum. Mevzu derin. Anladınız siz onu.
Aşkın ruhunuzda açtığı derin yaraları edebiyatın sağaltıcı gücünü kullanarak tedavi etmek istiyorsanız mutlaka bu romanı okuyun. Durup durup bir daha okuyun. Bitirdikten sonra başa dönüp bir daha okuyun. Aşkın ruhumda açtığı tüm yaraları bu kitapla tedavi ettim ben. Okuduktan sonra yepyeni bir insan olarak dünyaya yeniden geldiğimi hissettim. İyi ki yazar bu kitabı yüreğinden damıtarak yazmış. İyi ki bu kitabı okumuşum. Son zamanlarda yaşamıma kalite katmak için yaptığım en güzel şey bu kitabı okumaktı. Başlıkta ifade ettiğim gibi “içimden sessizce ağıp geçen bir kâğıt gemi” olamadı Başkası! İçimi yarıp geçen bir kâğıt gemi oldu. Sanırım bir süre daha içimin karanlık dehlizlerinde rotasız seyahatine devam edecek. Dokunduğu yaralarımı saf edebiyatın mistik sağaltıcı gücüyle onaracak. Beni daha sağlıklı bir insan kılacak. Zaten edebiyat denen kadim insan icadı nesne bizi daha sağlıklı bir insan olarak yeniden yaratamayacaksa bu kadar kâğıt israfına ne gerek var? Öyle değil mi?
Ali Kılıç – edebiyathaber.net (11 Eylül 2019)