Söyleşi: Adalet Çavdar
Bu dönemin öykü ile ahbaplığını her kitabında biraz daha öne çıkaran bir yazar Fadime Uslu. Yazmanın kendisi için hayatta kalmak olduğunu belirtiyor. Dil ve üslup arayışı hayatta kalma yollarını genişletiyor. Daha önce hakkında yazdığım yazı da kendisini geç keşfetmiş olmamı vurgulamıştım. Bu bir meraka dönüştü ve Fadime Uslu ile Can Yayınları tarafından yayınlanan yeni öykü kitabı Ay Eskir Gün Işırken hakkında sohbet ettim.
Öncelikle benim geç tanıştığım yazarlardan birisiniz. Bu yüzden yazı ile hayatınız arasında nasıl bir birliktelik, ritim olduğunu sormak istiyorum.
Yazmak yaşamda kalmak demek benim için.
Öyküyü ne kadar iyi bildiğiniz yazımınızda belli oluyor. Eğitiminiz ise sanat tarihi ve öğretmenlik üzerine. Öyküyü nasıl öğrendiniz? Kendinizi geliştirme sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Bilmemin tek nedeni, olsa olsa bilmeden bilmeyi düşünmek, hissetmektir. Farklı biçimlerde, farklı alanlarda yaptığım okumalarla öğrenmiş olabilirim öyküyü. Sadece kitaplardan değil, sözgelimi Bergman’ın filmlerinden de küçük bir çocuğun kendi doğasını yaşamasından, konuşma biçimiyle tavırlarından. Sonra, ona giydirilen kültürün kıyafetini kuşanmaya başlamasıyla değişmesinden, özünü baskılayan işte o medeniyetten, yönümü çevirdiğimde gördüğüm bir kuşun uçuşundan; kuşun havayla temasından, Ay’dan, kasıla kasıla yürüyen bir bulut kümesinden… böyle şeylerden işte. Öykü yazarken bildiğim her şeyi unuturum, hikâyenin bilgisi, sezgisi, algısıyla yazarım. Onu yaşatmak için elimden gelen her şeyi yapmaya çalışırım. Öykünün gözünü kulağını açmak için sese, kokuya, ışığa, kişinin sesindeki titreşime yönelirim. Öykünün içine girdiğimde bildiğimi yeniden başka türlü bilmeye başlarım belki de. Kendini geliştirme derken, demediğimiz şeyi söylemeliyim; gelişme özdeki pek çok şeyi kaybetme riskini de taşır yanında. Özün hareket etme alanını geliştirmek için sanatla felsefenin kaynağına ulaşmaya çalışmak en iyisi bence. Başından beri sanatımda ilerleme gayretimin temeli bu.
Bir öyküyü nasıl yazarsınız? Önce hangi unsur karşılar sizi? Karakter mi, mekan mı, dil mi, bir cümle ya da bir kelime mi? Nedir size yazdıran ya da yazmaya itekleyen?
Her öyküde başlangıç noktam değişir. Kimi zaman bir resim etkileyip içine çeker, orada kalmamı ister ve hikâyesiyle oradan dönünceye kadar içinde tutmaya eder. Bazen de düşüncenin kendisi karşılar önce beni. Bugünü etkileyen geçmiş, geleceği etkileyecek olan bugün yani şimdiki zaman ve bu zamanın koşullarıyla ilgili düşüncem bulutsu kıvamından katılaşmaya oradan da hikâyeye evrilmeye başlar sözgelimi. Bazen bir kişi belirir zihnimde. Kendini anlatır. Sustuğunda keşfetmek için onun peşine takılırım. Bazen sadece ses ya da sese bile dönüşmemiş soluk, onun kokusu davet eder öyküye. Bu anlattıklarımı yazıyla, okumayla ilgilenmeyen, sezgileriyle gören birisi anlayabilir mi? Sanmıyorum. Çünkü başka türlü bir şey söylüyorum size, başka türlü bir dilden konuşuyorum. Öykülerimin, çocuk kitaplarımın kerteriz noktası belki de bunların hiçbiri değildir. Benim de bilmediğim bir şeydir o.
Ay Eskir Gün Işırken özellikle dil ile ilişkisi bakımından okura pek çok şey öğreten bir öykü kitabı. Sizin dil ve biçim arayışlarınız okura da geçiyor elbette. Dil uğraşınızı biçimlendiren nedir, nelerdir? Bugünün edebiyatında genellikle dil konusunda insanların kendi sınırları varken ve bu sınırlar bir eseri okurken doyum sağlamamızı etkilerden, siz kendi dilinizin sınırlarını nasıl aştınız?
Kendi dilimin sınırlarını aştığını görüyorsunuz; bu zarif yorumunuz için teşekkür ederim. Bugünün edebiyatını etkileyen pek çok değişken var. Değişkenleri etkileyen de canavar niteliğini geride bırakıp başka türlü bir korku mitine dönüşen –kendinden olmayanı yok etmeye, hadi onu yapamadı diyelim duygusunu-yaşantısını felç etmeye yönelmiş bir sistem var. Sistemi gözümüzde büyütürsek onun üstümüzde kurmayı hedeflediği tahakküme boyun eğmeye başlayabiliriz. Bu rezil sistem her şeyden önce köle ettiği kişilere köle olduğunu unutturacak –oyalayacak oyuncaklar sunuyor. Avm’ler, kuleler, görüntü araçları abanıyor üstümüze. Yaşamları kuşatan her türden oyuncak sunuluyor kitleye. Okuyacağı kitabı, dinleyeceği müziği, kısacası hızla tüketeceği ve düşüncesini belli noktalara kilitleyip hızla biçimleyeceği ürünleri sunuyor. Dolayısıyla bugünün edebiyatını nerede konuşup nerede değerlendireceksiniz? Edebiyatı üreten sanatçılar, bu sistemin neresinde? Milyonlara ulaşmayı hedeflemiş yazar, okurunu sayı olarak görüyorsa bu düşüncenin temeli nereye uzar? Peki, kültür piyasası denilen mekanizma bu koca çarkı nasıl çeviriyor?
Kitle, ekranlarda göre göre sevdikleri yazarı istiyor. Sisteme karşı durduğunu haykıran, toplumsal gösterilere katıldığını fotoğraflarıyla kanıtlayan, hadi milyonlar olmasa da on binleri okur olarak gözüne kestiren ama muhalif söylemindeki önermeleriyle sistemi besleyen yazarlar, her şeyden önce gerçeğin neresinde duruyor? İşte size kuşatıldığımız alanı kısaca özetledim. Kuşatılmış alanın dışında kalmayı becerebilen yazar, şair, çevirmen gene de yok sayılmıyor. Her yönüyle kontrol altında olan bir ülkede elbette dilin de alanı daralır. Sınırı olu, kabuğu kalınlaşır. Tüm bunlara karşı edebiyatı ve edebiyatın içerdiği iyiliğe inanan yaşamı savunduğum için öykülerimde dilin, zamanın sınırlarını aşmaya çalışıyorum. Nasıl mı; özenle, dikkatle, sabırla, sistemin oyununa gelmeden, bir öykü için birkaç yıl boyunca veri toplamayı göze alarak –bunu eyleme dökerek, kısacası has edebiyata gönül vererek.
Kahramanlarınızla aranızda nasıl bir bağ oluyor zaman içinde. Yazıp unutuyor musunuz yoksa ara ara bir yerlerden karşınıza yeniden çıkıyorlar mı?
Yazdığım kişileri benim kahramanım olarak görmediğim için hepsi benimle birlikte yaşıyor diyebilirim. Bu yüzden aynı kişinin izini başka öykülerde sürebilirsiniz. En çok hikâyesini anlattığım Leylâ Abla, üç kitapta da yer alıyor. Hiçbir kitabımda yer almayan Sözcükler Dergisi’nin Eylül-Ekim sayısında (81. Sayı) anlattığım Gabro, yeni öykülerde de olacak sözgelimi. “Kaçak Kahramanlar” adındaki çocuk kitabımda yazarın kahramanla, yazıyla, yaşamla kurduğu ilişki biçimlerini bulabilirsiniz. Kaçak Kahramanlar’da, bir yazarın kahramanlarına mülkiyetinin altındaymış gibi davranmasını, onların buna tepki göstermesini yazarken çok eğlenmiştim. Kimse kimseye ait değildir. Hele kahramanlar, hiç.
Öykülerinizi biçimlendiren zıt kavramlar var. Yaşam-ölüm, hafiflik-ağırlık, doğru-yanlış, gençlik-yaşlılık… Başlangıçta böyle çalışacağınız belli miydi, yoksa zaman içerisinde mi gelişti bu zıt kavramlar üzerine çatıyı kurmak?
Resimle edebiyat birbiriyle çok bağlantılı benim dünyamda. Her iki sanatta ışık çok önemlidir. Resmin ve öykünün zemininde ışık her zaman kendine bir karşı ışık arar. Kesiştiği en uygun noktadan, o noktada oluşan mekândan parlar anlam. Yaşam bir ışık, ölüm onun karşı ışığıdır ya da tam tersi. Sözünü ettiğiniz zıt kavramlar, kendiliğinden, hikâyelerle gelişen şeyler.
Her kesimden insanı öykülerinizle anlatıyorsunuz. Bir Osmanlı hikâyesi de bulunuyor öykülerinizin içinde, bugünden bir kahraman da çıkıyor bir yerden ya da bir anda kendimizi Deniz Gezmiş’i anarken buluyoruz. Bütün bu zaman farklılıklarının arasında dolaşan temel kavram ise korku. Korkunun bu kadar üstüne gitmenizin nedeni neydi?
Ay Eskir Gün Işırken’deki öykülerde gözüme kestirdiğim ve sürekli onun etrafında döndüğüm zaman bugündü, şimdiki zamandı. Hatta andı. Çünkü şimdiki zaman bir kesişme noktasıdır bana göre. Işıkla karşı ışığın kesiştiği, geçmişle geleceğin çakıştığı noktadır. Osmanlı döneminde geçen hikâyeyi ablama okuduğumda bu Hünkârın şimdiki zamandaki karşılığını, onun kim olduğunu biliyorum, dediği aklımda. Deniz’lerin yanı sıra asılan ama ismi unutturulan Serkan Eroğlu hikâyesiyle yaşıyor öyküde. Zamanla birlikte mekânda da gezindim bu kitapta. Gene şimdiki zamandan Osmanlı’ya dönüp 2. Abdülhamit’in iktidar tavrıyla Nijerja devlet başkanlarının tavrını aynı durumda bağdaştırdım. Geçmişin kesinliğiyle geleceğin olasılıklara açık ama mutlak yönünü o noktada, yani anda buluşturdum. Neden mi? Kentler bugün kanser olmuşsa, ormanlar hızla yok ediliyorsa nedeni geçmişte. İktidarlarda ve ona gönüllü olarak boyun eğen halkta, öyle değil mi? Öykü de yaşamın kendisi, yaşantının anlamı. Kısacası, her şeyi içine alan, her şeyi dışına taşıran zamanı, doğadaki matematikte bulduğumuz fibonacci dizisinin biçimiyle kurguladım. Yani, kitabın tasarımıyla, kurgu yöntemiyle de bir resim oluşturmaya çalıştım. Bugünün yönetim biçimi korku olduğu için, sözünü ettiğim kurgulama biçiminin merkezine de korku yerleşti. Sorunuzdaki her kesimden insanı anlatmakla ilgili vurgunuz, ilk kitabım Büyük Kızlar Ağlamaz’da için de yapılmıştı. Her kesimden insanlayım ama anlatmadığım nice insan var daha.
Kitabın ilk öyküsünde yazıyı ve yaşamı iç içe ele alıyorsunuz. Her şeyin birlik olduğu bir hamur gibi biçimlendiriyorsunuz. Noktasından, virgülüne bir hayat. Bu hayat sizin için ne ifade ediyor?
Hayat, sahip olduğum en büyük şans. Bu hayata çok büyük bir güçle bağlıyım. Kendi hayatımın sahibiyim ve onu korumak, savunmak için mücadele etmeye devam ediyorum. Keşke bir kuşun havada süzülürken yaşadığı özgürlüğün hazzını doğallıkla yaşayabilseydik.
Ay Eskir Gün Işırken tek seferde oturulup okunacak ve başından kalkılacak bir kitap değil. Üzerine çok düşünülmesi gereken bir eser. Hem öykü biçimleriyle hem de öykülerinin içinde yer alan kavramlar ile. Bir kitabın bir anda insanın hayatından çıkıp gidememesi sizin için ne demek? Birinin aklında bu kadar dolaşacağınızı bilmek ne hissettiriyor?
Başucu kitaplarım dediğim ve dönüp dönüp okuduğum kitaplar için yapabileceğim değerlendirmeyi siz Ay Eskir Gün Işırken için söylüyorsunuz. Teşekkür ederim. Yüreğime dokunan şeyleri yazdım bu kitapta. Kimi zaman söz bir çığlığa dönüştü. İnsanı, insani değerleri kendi çıkarı için kullanıp aklı, duyguları ters yüz eden egemene karşı “biz, değerlerimizi yücelterek biz olmaya devam ediyoruz,” demenin de bir yoluydu bu kitaptaki öyküler. İnsanın binlerce yıldır biriktirdiği düşünme yöntemlerinden, sanat pratiğinden yararlanarak akıl ve duygu dünyamdan damıttığım kişilerle; durumla, atmosferle öykülerin anlamının her okuyanla çoğaldığını görmek, “biz” e olan inancımı, umudumu, direncimi daha da artırıyor.
edebiyathaber.net (17 Eylül 2019)