“Beyaz Yele kıyıya kadar dörtnala devam etti. Kötülükten başka bir şey görmediği, nefret ettiği o insanların sesleri giderek yaklaşıyordu…”
Kendinizi bir romanın onarıcılığına bırakın. Bunu en son ne zaman yapmıştınız? İhmal etmemek gerek. İyi romanlar, insana insanlığını hatırlatırlar. Bu romanlarla, sadece sımsıcak umut öyküleri anlatan sevgi pınarı romanları kast etmiyorum. İnsani ve doğal olan bütün duyguları içeren romanlardan bahsediyorum. Yani acı, sevinç, hasret, umut, karamsarlık, sevgi, aşk, kin, nefret vs. Etrafımızda insani olmayan şeyler gittikçe artıyor. Arabalar, binalar, cihazlar, tabelalar, makineler; bunlar bu bahsettiğim duyguları yaşamayan, insanlık-dışı varlıklardır. Sürekli bunlarla hemhal olduğumuz için insanlığımızdan gelen bazı hasletleri unutuyoruz. Güzel romanların burada devreye girmesi gerekiyor. Gerçi günümüz popüler romanları, bol ışıltılı bir kuyudan hızla aşağı düşüyormuşuz süratle akıp gidiyor, bunlarda bu insani değerleri bulmak pek mümkün değil. Ama daha usturuplu akan gerçek romanlar öyle değil. Bunlarda insanların birbirleri arasındaki ilişki, çevreye, olup bitenlere verdikleri tepkiler, birer insan olan bizlerin hoşuna gidiyor.
Beyaz Yele bana bunları düşündürdü. Bu kitabın önce çevirisini güzelce övmezsem rahatlamamam. Fransızca tercümeleriyle tanınan Saadet Özen’in çevirisi bu kitap. Kendisinin sanırım ilk çevirisini okudum. Ve en beğendiğim çevirilerden biri oldu. Öyle ki, sırf onun çevirisi olduğu için çevirdiği kitapları okumak istiyorum. Türkçeye hâkimiyeti beni hayran bıraktırdı. Bir Fransızca romanda “sabahın eli kulağında”, “yaş yetmiş iş bitmiş” gibi Türkçeye has deyimleri, böylesine yedirebilmek maharet istiyor. Bu kelime de buraya olmuş mu şimdi, diyebileceğim hiçbir kelime yok. Vardıysa da, hem çevirinin hem de yazarın üslubunun büyüsüyle gözümden kaçmıştır.
Peyami Safa, “Sanat-Tenkit-Edebiyat” adlı eserinde iyi ve kötü çevirinin çerçevesini, hatırladığım kadarıyla kabaca şöyle çiziyor: Kötü çeviri, bir elbisenin içinin dışına çevrilmiş hali gibidir; iyi çeviriyse, o elbiseye baka baka aynısını dikebilmektir. Beyaz Yele’nin çevirisi, aslına baka baka mükemmelen dikilmiş bir elbisedir.
Gelelim öyküye. Aslında kitabın öyküsü aynı adlı bir filmden uyarlanmış. Biraz ticari bir kaygıyla girişilmiş bir iş olduğunu düşünüp ön yargıyla başladım ama sonunda kitap beni tatmin etti. Gereksiz, göze batan bir teferruat, yersiz bir üst-kurmaca yok. Su gibi akan bir hikaye. Karakterler arasındaki ilişkiler çok iyi verilmiş. Zaten eserin en yükseldiği anlar -bana göre- o anlar oldu. Bu yönüyle bana hayranı olduğum John Steinbeck’in “Al Midilli” romanını hatırlattı Beyaz Yele.
Kitabın başı ve sonu, en dikkatle okunması gereken yerler.
Başında, iki at hırsızı, Beyaz Yele’nin (tabii adı henüz Beyaz Yele değil) anasını kaçırıyorlar ve Beyaz Yele’yi de darp ediyorlar. Bu, Beyaz Yele’nin adına “insan” denen canlılarla ilk karşılaşması. Böyle bir atın insanlara dair intibasını tahmin etmek zor değil. Eserde bu iyice işlenmiş. Beyaz Yele’nin ilk sahnedeki bu hissiyatının içi, ilerleyen sahnelerde de doldurulmuş. Beyaz Yele’nin yaşadığı kararsızlıklar, bir gidip bir gelmesi, Folko’nun iyi bir insan olduğuna karar verememesi gibi alt hikayeler bunu destekliyor.
Kitabın sonunda ise Beyaz Yele, kötü insanlardan kaçıyor. Bu kaçışı, sadece bir atın insanlardan kaçışı gibi görmeyeceksinizdir diye tahmin ediyorum. Çünkü burada bence yansıtılmak istenen şey bu kadar basit değil. Dünyada hem iyi hem kötü insanların sayısı artıyor ama kötülerin sayısı daha da artıyor gibi. Ve kötü insanlar iyileri yavaş yavaş öğütüyorlar. Yutuyorlar. Bence Beyaz Yele’nin kötü insanlardan kaçışı, iyi insanların kötü insanlardan kaçışını temsil ediyor. Çünkü o kaçış sahnesinde Beyaz Yele’yle iyice özdeşleşebiliyorsunuz. Arkanıza baktığınızda sanki kötü insanların sizi de yutmak için kovaladığını görecek oluyorsunuz. Bu kaçış muğlak bir sonla bitiyor. Nereden baktığınıza bağlı. Ya yeniliyorsunuz, ya da “çocuklarla atların daima dost kalacağı büyülü bir ada”ya sürükleniyorsunuz. Size kalmış. Ben yenilmiş olmayı tercih ettim; çünkü yenilmek, öğretiyor.
İlker Doğan – edebiyathaber.net (27 Eylül 2019)