Aslında belki de sorulmaması gereken bir sorudur bu: Kim daha mutlu? Ancak ister her sabah dükkânını açan bir esnaf olalım, ister hafta içi belirli mesai saatlerde kamuda çalışan bir memur veya ister tüm zamanını seyahat ederek ya da okuyarak geçiren şanslı biri olalım yine de itiraf edelim ki arada sırada bu soruyu sorarken kendimizi yakalarız: Kim daha mutlu?
Acı çekiyorsak acımızı başkasınınkiyle kıyaslayarak rahatlamaya çalışır, mutlu isek ya da mutlu görünüyorsak mutluluğumuzu yine başkasınınkiyle kıyaslayarak yamacın ya da zirvenin neresinde durduğumuzu anlamaya çalışırız. Bunu bu şekilde doğrudan dile getirmek biraz rahatsızlık vermiş olabilir, ancak gerçek çoğu zaman rahatsız vericidir zaten.
Gelelim yapıta. İlk başlarda bir aşk üçgeninin bireyler üzerindeki bilindik travmaları gibi görünse de İsviçreli yazar Peter Stamm’ın “Yedi Yıl” romanı kesinlikle çok daha fazlasını anlatır ve daha fazlasına dokunur, derinlerde aşk ya da tutku ikilemlerinin bireyler üstünde bıraktığı etki veya yıkımdan çok daha karmaşık sorular da sordurur. Elbette yapıta nasıl baktığımız ya da yapıtı nasıl gördüğümüz de önemlidir. Modern hayatın göbeğinde yaşayan bir avuç birey, üniversiteli öğrenciler. Birçoğunun hayali, gez toz takıl yaşa, devamında doğru kişiyle mantıklı bir evlilik, rahat bir yaşam, çocuklar, kariyer ve bir ömür sürecek mutluluk. Öte taraftan ülkesinin yoksul ve totaliter rejiminden kaçmış, dinsel inançları ağır basan mülteci bir kadın. Yemeyip içmeyip kazandıklarını bu totaliter rejimde yaşayan ailesine gönderir.
Bir tarafta iyi eğitim almış, zengin bir aileden gelen ve son derece sağlıklı bir vücuda sahip çok güzel bir kadın; öbür taraftan çirkin, hantal vücutlu, rahminde bir tümür taşıyacak kadar hasta, anti sosyal denilebilecek denli sevimsiz, yoksul, yeterli oranda eğitimi olmayan, ülkede kaçak olarak barınan mülteci bir kadın. Alexander teknik olarak doğru bir seçim yapar; en azından emin olduğum bir şey varsa burada, çoğu okura da böyle gözükeceğidir; gelecek vaat edeni eş, mülteciyi ise metres olarak seçer. Hikâyeyi Alexander’in azından dinleriz ve çoğu yerde onun tavrından ve umursamazlığından nefret bile ederiz. Yine de yapıtı elimizden bırakamayız, belki hikâyenin sonunu merak ettiğimizden belki de Stamm’ın cesur kaleminden.
Peki, kim daha mutlu? Bunu sormaya sahiden de hakkımız var mı, bilemiyorum. Devam ediyorum. Modern hayatın tüm olanaklarından faydalanıp, lüks içinde yaşayarak arada sırada kaçamak yapmayı da ihmal etmeyen çiftler mi, yoksa korkunç bir semtteki harabeye dönmüş bir apartmanın zemin katında yaşayan hasta ve ekmeğini temizlik yaparak kazanan, toplansa yılda birkaç defa ancak vücudunu teslim ettiği ve başkasıyla evli adama kocam diyen kadın mı? Bir tarafta modern hayatın akılcılığı ve sağladığı özgür ortam, öbür tarafta ise dinsel inançların sağladığı mutlak teslimiyet veya bir tür sorgusuz sualsiz yaşamın her türlü zorlu şekline razı olma hali. Aslında Alexander isteyerek ya da planlayarak mülteci kadına koşmuyor, daha çok her şeyi mantık çerçevesi içerisinde ve akılcı bir yaklaşımla gören modern hayatın mükemmeliyetçi ve bireyci yanının baskısından kaçma arzusundan kendini kurtaramıyor. Çirkin, hastalıklı ve sevimsiz bir beden, ama Alexander yine de bu tutkusundan vazgeçemiyor. Ondan uzaklaştıkça arzusu daha da katlanıyor, belki açıkça olmuyor bu ama kesinlikle içten içe büyüyor, okur bunu fark ediyor: Hastalıklı ruhların uçurumdan atlama arzusu gibi. Alexander istediği her şeyi itirazsız bir şekilde bu vücuda yapabiliyor ve üstelik karşılığında hiçbir talebi de yok onun. Canının arzu etiği zaman gel, bu vücudu düz, tatmin olmasını bile umursama. Okurlar mülteci kadının cinsel bir objeden fazlası olmadığını ima ettiğimi fark etmiştir, hatta yapıtı okumamış olanlar burada bir miktar bana kızgınlık dahi duyabilir, ancak onu cinsel bir obje dışında görmeyen kesinlikle ben değilim, Alexander’dir.
Sözü fazla uzatmaya gerek yok, ister modern dünyanın tüm olanaklarına sahip ve bu hayatın akılcı bilincini taşı ya da ister dinsel bir tarikata bağlı kalıp teslimiyetçi ve yaşadığı her olumsuza razı gelen bir ruha sahip ol, aslında bir bakıma değişen fazla bir şey yok. Ne yazık ki “Kim daha mutlu?” sorusunu Peter Stamm’da tam olarak yanıtlayamıyor. Kim bilir belki de insan ve insana dair her şey mutlu olmaya karşı çıkıyor; yine de bazılarımız yaşayarak, bazılarımız ise okuyarak bunun yanıtını aramadan ya da bulmaya çalışmadan duramıyor.
Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (11 Ekim 2019)