Patlayan mayın paramparça etti karanlığı, toprak gümbürtüyle sarsıldı, bir anda parlayan ışık yerin bağrını göğe fırlattı. Tozun, toprağın ve mayının o kekremsi kokusu yayıldı ortalığa.
Temmuz sıcağı geceyi bile boğuyordu, ne rüzgâr ne de ay vardı. Karanlıktı her yan, gözlerini kaldırıp bakamıyordu, bilinci yarı bulanıktı. Cayırtıların ardı arkası kesilmiyor, inlemeler, toz-toprak, kavurucu sıcak ve kan kokusu… Her gün gördüğü düşlerden biri mi bu? Ya duyduğu bu korkunç acı?
Takırtılar giderek uzaklaşıyor, bağırtılar yaklaşıyor. Kalkamıyor, çevresini kuşatan karanlığın neresinde olduğunu elleriyle yokluyor. Derin bir nefes alınca anlıyor, yerde yattığını. Tam bitti derken cayırtılar yeniden başlıyor. Işıklar uzaktan uzağa parlayıp sönüyor bu kez. Her şey etrafındaki pırıltıya kilitlenmiş, parçalanıp yan yatmış cemseyi seçebiliyor; yanarak katılaşmış ayakları havada bir kaplumbağa gibi. Kulakları sağır eden makineli tüfeğin, ardından bir el bombasının uzaklaşan sesi. Düdük sesleri, boğuk, anlaşılmayan emirler. Nasıl da kurumuştu dudakları. Bir düşteymişçesine sakince beklemeye başlıyor, olabildiğince açıyor gözlerini, karanlık.Tafta kumaşı gibi yırtılan roket sesleri var sadece.
Ne kadar geçti; bilmiyordu, zamanın dışındaymış gibi hissetti. Elleriyle yeri yoklayınca sağ el ayasına batan bir şey hissetti, minicik bir metal parçası. Çekti çıkardı. Acıyla bacaklarını çekmeye çalıştı, dirseklerine abanınca doğrulabildi, sol ayağı yok, evet yok, pantolonun paçasının parçalandığını fark etti, sağ ayak duruyor. Midesi bulandı, ağzında biriken kanları tükürdü. S….. çekti. Yüreği yandı, yanı başında yatan arkadaşını gördü . “ Ahmet sen misin?”Sesi yabancı geldi kendine, kuru ve yavandı. Ahmet’le aracın önünde birlikte oturuyorlardı. Cevap alamayınca sol omzu üstüne doğruldu, arkadaşının yüzü kan çanağına dönmüştü. Solumuyor, suskun öyle yatıyordu. Yaşamak, bir göz kırpımı kadardı, ölmek de. Düşünebilmenin rahatlatan bir şey olduğunu hissetti. Diğer yana döndü, savrulmuş, hareketsiz yatan erleri gördü.Sırtını toprağa verdi, yeniden derin bir karanlığa gömüldü.
Kendine geldiğinde helikopterdeydi. Tepedeki beyaz ışık gözünü aldı. Başını yana çevirdi. Kolunda serum, başucundaki doktor başka birine bir şeyler anlatıyordu. Bir ara “Kaybımız fazla” denildiğini duydu. Yan dönmeye çalıştı, ağrıları arttı. Sol ayağının yerinde sedyeden taşan kocaman bir sargı duruyordu. Bıraktı kendini, “şimdi ne olacak?” Bilmiyordu. Kulağındaki pervanenin uğultusu muydu; onu da bilmiyordu. Helikopter piste inerken ağrısı azalmıştı. “Ankara’ya indik,” dedi doktor. Pervanelerin rüzgâr- motor karışımı sesi ağır ağır tuhaf bir melodiye dönüştü ve sonra yavaşlayıp sustu.
Bir telaş ve koşturmaca içinde sedyeyle alınıp hızla ambulansa taşındı. Omzuna dokunan her el, bakan her göz, umuttan bahsediyordu, kendini iyi hissetti. Yolda bir görevli; “Ailene haber verildi, en kısa zamanda burada olacaklar,” dedi.
“Ailem?”
Döne geldi aklına, o ne diyecekti? Bir anası bir de Döne’si vardı. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, anasının dizinin dibinde büyümüştü.
Hasta koğuşuna alındığında da bu kaygı bırakmadı onu.Diğer yaralılarla sanki uzun süre birlikte olmuşlar gibi selamlaştılar. Yeni serum takıldı, doktorlar belgeleri inceleyip hemen ameliyathaneye alalım, dediler. Hemşireler koşuşturdu, diğer hastalar başına toplandı bir şeyler söylediler ama anlamadı. Hasta koğuşuna gece çoktan inmişti. Gözlerini kapadı. Dudaklarını ısırdı. Bir yıl öncesine tutundu. Yaşadıkları, gürül gürül akan bir nehir gibi hızla geçiyordu belleğinden.
. . .
Birliğinden yıllık izine geldiğinde bir şeyler almak için pazar yerine vardı. Her şeyin mevsimiydi ve rengârenkti pazar. İsmail uzun boylu, kumral, güleç yüzlü bir delikanlıydı. Tanıdık pazarcılarla selamlaşıyor hatır soruyordu, lâkin bugün bir başka kokuyordu pazar yeri. Erkenden gelen arabalar yüklerini sergilere boşaltmış atların başına yem torbasını geçirip duldaya bırakmışlardı. Gözü peştamallı kızlara takıldı, yağ, yoğurt, peynir satıyorlardı. Anaları; orta yerde oturmuş, müşterilerden parayı alıyor, üç kız becerikli elleriyle gelenlerin işlerini hızlıca bitirip birinden diğerine koşuyordu.
Birden onu gördü. Belli ki kızların en büyüğüydü. Karşısında durakaldı. Doyasıya baktı. Kız bir ara başını kaldırdı, İsmail’le göz göze geldi, çabucak gözlerini yere indirdi. İsmail yanaştı,“ Yoğurt alacağım ama bakracı evde unuttum,” dedi. Kız güldü, döndü bir başka müşteriye. İsmail “Hemen geliyorum,” dedi hızlıca. Eve koştu. Anasının ne sorduğunu bile anlamadan odasına girip uzman çavuş elbiselerini giydi, aynaya baktı, şapkasını yana yatırdı, pazar yerine geri döndü. Bakracı unutmuştu. O başını kaldırınca yine göz göze geldiler. Kız gülümser gibi baktı ya da İsmail’e öyle gelmişti. Yaklaşmaya cesaret edemedi.Yanında yöresinde dolandı, gözünü ondan ayıramadı, ne aldığını bilmeden aldı bir şeyler, eve bıraktı pazara döndü. Tanıdığı bir pazarcıdan onu sordu; “Tepesidelik Köyünden, adı Döne”, dedi.Yirmiden küçüktü yaşı.
İsmail o gece döndü durdu. Sabah erkenden komando fularını boynuna dolayıp akşamdan ahıra bağladığı komşusunun atıyla Döne’nin köyüne vardı. Kadınlar sürüye hayvanlarını katmak için hayatlarının dışına çıkmıştı.Döne de evlerinin kapısının önünde koyunlarını sürüye doğru saldı, bekledi. İsmail biraz daha yaklaştı.Başını yaşmaklı bağlamıştı. Kızın tüm vücudu gözleri oldu sanki havada asılı kaldı. Bu gözler yıllardır bakmayı özlemiş gibiydi. İri yeşil gözler, bir düş dünyasının arkasından bakıyordu, uzun boyuna yakışan boynu, kıvılcımlı sarı saçları, geniş alnı, aydınlık bir yüzü vardı.O saat anladı âşık olduğunu; bütün bedeni sevgiye, hayranlığa kesmişti.
. . .
İsmail, “iğne saati” uyarısıyla irkildi. Duyduğu ses toktu,buyurgandı. Sağlam bacağının üzerine dönüp beklemeye başladı. Gül Hemşire, bütün şirinliği ve iyi yürekliliğine rağmen “bir otorite timsali” gibiydi. Yine de yaralılar koğuşunda en çok sevdikleri hemşire oydu. Ne yapsa kimse gönül koymazdı. O, iğneyi yapıp diğer hastaya, İsmail de Döne’nin hayaline sarıldı. Bir yıl öncesiydi, değil mi? Öyle olmalıydı. Döne’m, dedi içinden, Döne’m benim…
. . .
Dünya, Döne’nin etrafında dönüp duruyor ama kızın babası “Ben askere kız vermem, kızımı dul bırakmam,” deyip sözünden dönmüyordu. İmdada Belediye Başkanı yetişti. Önce Döne’ye sordu: O “he” dedi. Başkan, Döne’nin babasını ve İsmail’in anasını çağırıp işi tatlıya bağladı.
İki aile anlaşınca İsmail doğu hizmetine gitmeden nişan yapıldı. Birkaç kez yalnız kalabildiler. İsmail ilk kez ellerini tuttuğunda yürek çarpıntısından başka bir şey hatırlamıyordu ama daha sonra Döne’nin kalçalarının diriliği, memelerinin yumuşaklığı onu siperde bile yalnız bırakmadı. O sınırlanamayan görüntü gözlerinden hiç gitmedi. Neyse ki düğün gelecek yazdı. Anası “Tez zamanda dönesin, Allah ayağına taş değdirmesin,” diye uğurladı.
. . .
Yatak ve çarşafların titizlenerek düzeltilip yenilenmesi, hastalara yeni pijamaların dağıtılması ziyaret saatinin yaklaştığını gösteriyordu. Yakınlarını uzun süre göremeyenler ve ilk kez görecek olanlar aralarında ne diyeceklerini konuşuyor pansumanlarının bir an evvel sonlandırılmasını istiyorlardı. İsmail henüz koğuşta yeni olduğundan pek lafa girmiyordu.“ İsmail çavuş kaldır şu yastığı kafandan” uyarısıyla toplanıp kendini yukarı çekti, serum takılı kolunu yorganın üzerine çıkardı.Yürüyebilen birkaç hasta, ziyaretçilerini karşılamak için çıktılar, çok geçmeden koridorda gelenlerin sesi duyulmaya başladı.
İsmail altı yataklı koğuşta pencere kenarındaydı, temmuz sıcağında kavrulan Başkent’e karşı. Ankara’yı ilk kez böyle görmek varmış diye geçirdi içinden. Koğuştaki yaralılar farklı yörelerden olmalarına rağmen aynı acının ortaklarıydı. Canları yaralı; kolları, bacakları kopuk, kiminin yüzü başı sarılı, tuvalete kendi gidebilenler şanslıydı.Yatarken bile hepsinin gözleri kapıda. Birleştirildikleri yer aynı acıydı.
Seyreden yok ama duvarda asılı Kral TV. Sürekli açık.
Anası ve Döne ürkek ve meraklı girdiler koğuşa. İsmail, doğruldu “Hoş geldiniz” deyip elini uzattı, tutuğu elleri hissetmedi. Bir an kalbi durur gibi oldu. Nefesi daraldı, bir nişanlısının soru olan gözlerine baktı bir de anasının yatağın yanına oturup “Yiğidim” diye nerden çıktığı belirsiz sesine. Üşüdü. Anasının, başındaki çiçekli yemenisi ağarmış, rengi atmış siyah mantosunun etekleri eprimişti. Döne, ağustos ışığında iki yeşil ağaç gölgesi gözleriyle,dilsiz duruyordu. Anası ince ince gözyaşlarını dökerken İsmail “daha kötüsü de olabilirdi ana bak yaşıyorum,” diye paylaşılamayan acıyı azaltmaya çalışıyordu. Yan karyolada yatan, rüyalarını sıcağı sıcağına anlatmak için her gece onu uyandıran Konyalı lafa karıştı “Onunki kolay teyzem bak benim iki bacağım yok.” Kaldırdı yorganı, dizlerinden altı yok, sarılı. Kadın ne diyeceğini bilemedi. Usulca “Vah yavrum, vah guzum” diyebildi.
Hastanede, Döne elini bırakmadı, duyguları darmadağındı, İsmail gözlerini ondan kaçırıyor, iyi olduğunu söyleyip teselli etmeye çalışıyordu. Ama ortalık yere karabasan gibi çöken bir sakatlık vardı. Döne buna ne diyecekti? Etlik’te kaldıkları akrabalarının evinde ne konuşuluyordu? Bu sorular düşlerini bölüyor ve o uyuyamıyordu.
İki gün sonra anası ve Döne’si ayrılınca, İsmail’in içi kış günü üzerinden battaniyesi alınmış gibi üşüdü. Yorganı başına bacaklarını karnına çekip karanlıkta kalmak istedi. Derin karanlık ve o karanlıkta yitip gitmek isteği yüreğine oturdu. Hemşireler yürütmek için geldiler kahramanlıktan kahramanlığa koşmuş uzman çavuşun koltuk değnekleriyle yürümek ağrına gidiyordu. Böylesine razı değildi.
Nice sonra kendi çıktı koridora, yaslandı duvara. Yaktı sigarasını, çekti dumanını, tüm hırsıyla çenesini yukarı kaldırıp üflediği dumanla köyüne gitti. “Güzel köyüm, erenler yurdu kasabam ben geliyorum bakalım ne diyeceksiniz?Lokantacı Hüseyin, Fırıncı Refik, kan kardeşim Eczacı Ahmet, Belediye Başkanı ne düşünüp ne diyeceksiniz bana? Belli ki artık “çürük” olacağım ve topallayarak yürüyeceğim. Meydandan geçerken bana kahramanımız mı diyeceksiniz yoksa…? Çiftçilik zor olacağına göre bana kim iş verecek? Sersefil olacağım.Ya Döne? Onunla beraber yürüyebilecek miyim, koltuk değneklerini atabilecek miyim?Kahvede anlattıklarımı kaç gün, ne kadarı dinleyecek, ne kadarı inanacak, ne kadar sevgi ve hürmet göreceğim. Ya Döne’ye yazık değil mi?” Bir daha çekti sigaradan ciğerlerini doldurdu, yavaşça bıraktı.
Kararını verdi; usulünce, “Artık buraya gelme, evinde kal” dedi, Döne’ye, koridordaki ankesörlü telefondan. O gün dağıtılmıştı konturlar. Yüreğini koparıp atmak zorunda kalmıştı. Döne kekeledi, kim bilir gözleri nasıl sulanmıştı. Bir şey diyemedi.Sol ayağı varmış gibi ağrıdı. Koltuk değneğini tutan elleri sırılsıklam olmuştu.
Bayramda Döne’den bir mektup geldi. Kısaydı. “İsmail gurbanın olam, gadan alam. Sol ayağın ben olam, ben yoksam sen o zaman topalsın. Gel etme eyleme. Döne.” Sonra yine ziyarete geldiler. Döne, İsmail’in ne düşündüğünü tahmin edebiliyor ama annesinin yanında duygularını söyleyemiyordu. “İsmail’im, İsmail’im” diyebiliyordu. İsmail’in başı omuzları arasında küçülmüş, bakışlarına korku ve keder oturmuştu.
O an Gül Hemşire kapıda göründü, “Hasta yakınları lütfen bekleme odasına! Komutanlar yaralıları ziyarete gelecek.”Tok sesi sevecendi. Yaralı geldikçe ziyaretler de artmıştı. Bir gün önceden yenilenen yatak- çarşaf Gül Hemşire tarafında kontrol edildi. “Şikâyet yok” tembihini tekrarladı gülerek.Arkalarında doktorlarla gelen komutanlar “Vatan size…” diye başlayan çok şey dediler. Yaralılar “Sağ ol komutanım, gerekirse yine gideriz,” dedi. En çok da iki ayağı olmayan Konyalının sesi çıktı.Gittiler, pek çok soru koğuşun duvarlarında asılı kaldı: Nasıl banyo yapacaklarını, bundan sonra nasıl geçineceklerini, ne zaman protez takılacağını, aylık bağlanıp bağlanmayacağını akşam nöbetçi doktora sorabildiler. O da “Sabredin” dedi, gitti. Yatakların üzerine konan birer paket çikolataya kimse dokunamamıştı.
O gece, İsmail yedinci katın koridor penceresinden, Ankara’nın bir gerdanlık gibi uzayıp giden ışıklarına bakarken ne yapmak istediğini bilemiyordu. Koltuk değneklerini parçalaması tüm kliniği ayaklandırdı. Hıçkırıkları durmuyor sıkılmış dişleri arasından “Hayallerimi söndürdüler, keşke ölseydim,” diye tekrarlıyordu. Mutluluk ondan gökyüzü kadar uzaktı. Gececi personel yetişti, teselli edip yatağına götürdü.
Ertesi gün Gül Hemşire İsmail’e değneksiz yürümesinin mümkün olduğunu anlattı, Döne’si ve anasını hatırlattı. Oğluyla uçurtma uçurabileceğini söyledi. Bunu deyince İsmail koca bir dağa yaslanır gibi acısına yaslandı. İlk kez gülümsedi.
İsmail ameliyat olup yarası iyileştikten sonra bir aylığına memleketine istirahatli gönderildi. Döne, köyde İsmail’in başından ayrılmadı. “Adım onunla çıktı canım da onunla çıkacak,” dedi.
Kasabada bir sokağa da İsmail’in adı verildi.
Ay sonunda hastaneye üçü birlikte döndü. Eski koğuşuna gidip yeni gelenlere “geçmiş olsun” dedi.Protez takıldıktan sonra koltuk değneğini Döne’ye verdi.Korkak adımlarla yürümeye başladı ilkin. Boyu uzamış gibi geldi. Takım elbiseyle bambaşka bir adam olmuştu İsmail. Nevruz güneşi gibi açtı.
Arkadaşlarıyla vedalaştı, sıra Gül Hemşireye gelmişti. Hemşire, İsmail yokken gelen bir tebligat zarfı uzattı kendisine. Açtı. Önce anlayamadı sonra patlama anına gitti, düşündü; “olay sonu kayıp mermilerin nerde olduğunun akıbetini” soruyordu askeri savcı.
Sonrasını düşünmedi.
Naki Selmanpakoğlu kimdir?
Hacıbektaş doğumlu. GATA’dan emekli olup halen bir özel hastanede Plastik Cerrahi Uzmanı olarak çalışıyor. Öyküleri; Lacivert, Sözcükler, Edebiyat Haber, Edebiyatist dergilerinde yayımlandı.
edebiyathaber.net ( 15 Ekim 2019)