Uzun ve güzel geçen bir tatil döneminin ardından garip bir iç sıkıntısı ile uyandım. Gözlerimi açtığım anda odanın duvarları üstüme üstüme gelmeye başladı, sanki bir sıkımlık canım kalmış da burnumda, çıkmayı bilememiş gibi…Nefesim kesiliyor, istemsiz ofluyorum, ofladıkça aklıma babamın “Of demem Allah derim” cümlesi geliyor, yararı oluyordur belki diye düşünüp ben de “of demem Allah derim” diyorum, bir şey değişmiyor, sıkıntı ilmek ilmek heryerime çörekleniyor. Nedensiz duyumsadığım iç sıkıntılarımın arkasından hep bir şeyler çıktığı için, sürekli “Hayrolsun” diyorum “Hayrolsun”…
Akşamdan işe gitmek için özene bezene hazırladığım elbisem de gözüme hiç giyilesi görünmüyor birden. Elbiseye hiç dokunmadan bir kot ve bir tişört bulup giyiyorum hemen. Birkaç dakika daha evde kalırsam güveç tencereleri gibi çatlayıp tam ortadan ikiye ayrılmaktan korkup, saçımı başımı da düzeltmeden kendimi sokağa attım.
Dışarı çıkınca açıldım biraz, geç kalmayı da göze alarak yolumu uzattım. Birden sabahki sıkıntımın yerini garip bir sevinç aldı, nedensiz duyumsadığım sevinç için de “hayrolsun” dedim. Sevinç için dillendirdiğim ‘hayrolsun’ beni ilk gençlik yıllarıma kadar götürdü. O yıllarda ne zaman birkaç arkadaş bir araya gelsek, dağdan bayırdan da konuşsak, ayıla bayıla gülerdik. Gülmeye başladıktan birkaç saniye sonra sürekli bizi susturmaya çalışan büyüklerimiz türeyiverirdi sağımızda solumuzda. “Kız kısmının bu kadar gülmesi iyi olmaz” ile başlayan uyarı cümleleri sonunda sert bir üslupla “başımıza bir şey gelecek, bu kadar gülmek ağlamayı getirir. Susun ocağı batasıcalar” şeklinde azara dönerdi. Bizi gülerken gören bir komşumuzun, her defasında “Kız anam burnunuza şeytan mı osurdu, tövbe tövbe” diyerek başını sallarken başörtüsünden gelen esintiyi duyumsuyorum aniden. O zamanlar bize saçma gelen, ‘aman hurafe’ bunlar dediğimiz pek çok şeyin yaşamımızın merkezine oturacağını bilmiyorduk tabii. Defalarca bol kahkahalı bir arkadaş ortamında kendimi bir yerlerimi çimdiklerken yakalamıştım. Bir yandan gülerken bir yandan dudaklarımı kanatasıya kadar ısırıp, ağzımın içinde biriken kanın sası tadıyla geçirdiğim zamanlarım da az olmadı.
Bunları düşünürken, gözüm somurtan insanlara takılıyor, çok ciddi görünmek için özel çaba sarf edenlere, her an kavgaya meyilli suratlara… Ağız dolusu gülmek her yerde sakıncalıydı demek ki diye düşünüyorum, kaşımın gözümün tomurcuk gibi kat kat dürüldüğünü hissederek…
Neyse ki sonhabar, en sevdiğim mevsim…Toprak niyeyse ayrı güzel geliyor bana bu mevsimde, renk cümbüşü ağaçlara bakıyorum, renklerin toprağa vuran kışkırtıcı yansımasına, basmaya kıyamadığım bana göre dünyanın en güzel tabloları olabilecek yaprakların kendi aralarındaki uyumuna…
Aheste aheste yürürken işyerine çok geç kaldığımı fark edip gördüğüm ilk dolmuşa el kaldırdım, izin sonrası ilk gün işe geç kalma düşüncesi hoşuma gitmese de üstünde durmadım. Yarım saat gecikmeli de olsa, sürgün yediğim yeni birimime adımımı attım. Sabahki sıkıntımın nedeni bu olsa gerek dedim kendi kendime…Kütüphaneye girdiğim anda derme çatma raflar üstüme üstüme gelmeye başladı. Kütüphane dediysem, günlük gazetenin hiç uğramadığı, sağdan soldan toplanan çoğunluğu bağış yoluyla edinilmiş, Nuh gününden kalma kitapların eğri büğrü raflara emaneten konulduğu bir yer. Kütüphane levhasını görüp rastgele giren üç beş kişinin dışında pek uğrayan da yok zaten birime.
“Sana da rahatlık batıyor, gel gel git işte, iş yok, güç yok” diyerek içimi ferahlatmaya çalışıyorum da olmuyor, tık nefes kalıveriyorum aniden. Hemen camı açıp yarı belime kadar sarkıyorum bu tür durumlarda. Bugün de bir süre sarktım sonra aniden başım döndü de hemen kendimi içeri çektim. Bir süre de camın önünde derin derin nefes aldıktan sonra, bir bardak çay alıp oturdum.
Yarım saat geçti geçmedi gençten bir çocuk geldi odaya. Eğer tahminimde yanılmıyorsam en az bir doksan boyunda, yüz kilonun üstünde, ayak bileğinde böyle cart kırmızı bir eşofman altı ile (itiraf ediyorum daha önce kırmızı eşofman altı giyen bir adam hiç görmemiştim) eşofmanının bel lastiğini öpüp öpmemekte tereddüt eden bir tişört giymiş, dazlak kafalı, bakar bakmaz yurdum insanı tiplemesinden oldukça uzak bir genç. Hiç selam sabah vermeden direk raflara yöneldi, daha önceden belirlemiş gibi hiç bakınmadan elini attığı ilk kitabı aldı çapraz karşımda duran koltuğa çöktü. Gayet kendinden emin, o cart kırmızı eşofmanının kırışmaması için sürekli orasından burasından çekiştirerek yerleşti bir güzel. Tam ağzımı açıp “Arkadaşım okuma salonu yan tarafta, kitabınızı seçtiyseniz buraya not alayım siz yan tarafa geçin diyecektim” ki bana bir bakış fırlattı, ağzımı açmamla kapatmak bir oldu, sözcükler içime kaçtı, niye Allah’ın bildiğini kuldan saklayayım korktum, evet korktum. Ben kafamda nasıl söyleyim, ne söyleyim diye hesap kitap yaparken; yavaşça kafasını kaldırıp buz gibi bir bakış daha fırlattı, direk yutkunup odadan kaçtım.
Yan birimimiz öğrenci işleri ve her zamanki gibi yine ana baba günü. Yediden yetmişe her yaştan insanı bulabileceğiniz öğrenci işlerine adımımı atmamla kokudan bayılacak gibi olmam da bir oluyor. Burnumu tuta tuta birimdeki bir erkek arkadaşa ulaşıyorum. Bankosunun önü sözcüğün tam anlamıyla insan kaynıyor. Önce çekindim ama sonra yapacak da başka bir şey olmadığı için hafiften kulağına eğilerek durumu anlattım. Arkadaş sağ olsun hemen kalktı, kütüphaneye girip (ben de hemen kapının girişinde bekliyorum) çocuğa okuma salonuna gitmesi gerektiğini söyledi. Bankosunun önü çok kalabalık olduğu için sonucu beklemeden geri işinin başına dönmek zorunda kaldı. Ben birkaç dakika bekledim kapının önünde, çocuk hiç istifini bozmadan okumaya devam ediyor. Çantamı telefonumu falan da ortada bırakıp çıktığım için çekine çekine geri masama yöneldim. “ Paragrafını tamamlayıp kalkacaktır, sonuçta söylendi kural kendisine” diye düşünüp üzerimdeki gerginliği atmaya çalıştım. Çantamı çekmeceye koymak için eğildiğim sırada yerden deprem gibi yükselen bir ses ile “Niye okuma salonunda okumam gerektiğini söyleyemediniz bana da bunu söylemek için araya adam soktunuz?” dedi. Allahım ayağa kalksam altıma işeyeceğim sanki, inanılmaz çişim geldi ve biliyorum ki korkudan gelen bir çiş bu. Ben kafamı toplayıp yanıt vermeye hazırlanırken devam etti, “Üç üniversite bitirdim ve emin olun sizi anlayabilirdim” dedi. Yine o buz gibi gözlerini dikerek yüzüme. Anlık bir cesaretle, “Anlayabilirdiniz de niye hala buradasınız, arkadaş burada okumamanız gerektiğini söyledi size” dedim bir çırpıda…Ve bu cümleyi kurduktan sonra garip bir şekilde korkum geçti. Ben de diktim gözümü çocuğa, yok bakmıyor, gömdü yine kafasını kitaba devam ediyor. Tedirginliğim de geçince, “Aman” dedim “okusun ne olacak burada okusun, saatlerce okuyacak değil ya okur birazdan da gider. Şimdi kötü olmaya gerek yok” diye düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım. Üç beş dakika sonra tekrar kitaptan kafasını kaldırıp, “Ben iletişimi güçlü bir insanım. Keşke direk söyleseydiniz bana” diyerek yine dikti gözlerini. “Ben de iletişim mezunuyum ama demek iletişim eksikliğim var diyemedim işte kusura bakmayın” dedim biraz dalga geçer gibi. Kafasını iki yana hafif hafif sallayarak tekrar eğdi kafasını. “Hasta” dedim içimden “kesin hasta”. “Çantamı da alıp çıkayım ne hali varsa görsün” diye niyetlenmiştim ki, “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye sordu böyle damdan dan dan düşer gibi. “Anlaşıldı” dedim kendi kendime, “Bu bir şeyci başı”, “Yooooo” dedim kimsen kimsin der gibi bakarak.
-Sizin anlayacağınız dilden anlatayım, ben askeriyenin en tepesindeki paşalardan birisinin oğluyum.
Paşanın oğlu olduğunu ilan ettikten sonra un çuvalı gibi bıraktı kendini koltuğa, yayıldıkça yayıldı. Ve başladı bana “Sen de tanıt kendini bakalım” der gibi bakmaya…“ Ben de “Dereköylü Mehmet Ağanın kızıyım” dedim. O anda beni lağımdan lağıma koşan bir karafatma böceği, sıtma taşıyan bir sivrisinek ya da vebayı yayan bir sıçan gibi gördüğüne yemin edebilirim.Bir süre aşağılayarak baktıktan sonra, kitabın köşesini katlayıp kapattı, yerinden kalktı, böyle yerde karınca var da zarar vermek istemiyor gibi etrafına bakınarak yavaş yavaş bana doğru gelmeye başladı. Yeniden çocuğu ilk gördüğüm andaki ruh halime bürünmeye başladım, o yaklaştıkça ben nefesimi tuttum.
Tüm bunlar birkaç saniyelik bir zaman içinde oldu ama bana inanılmaz uzun geldi. Yerlere baka baka yanıma geldi, hafifçe kulağıma doğru eğilerek “Dereköylü Mehmet Ağanın kızıysanız, gelebileceğiniz en iyi yere gelmişiniz” dedi ve döndü arkasını gitti.
Demet Eşmekaya Selçuk kimdir?
1976 yılında Aksaray’ın EşmekayaKasaba’sında doğdu. İlk ve lise öğrenimini Eşmekaya’da tamamladı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun oldu. Ankara Üniversitesi TÖMER’in düzenlediği pek çok ulusal ve uluslarasısempozyumda görev aldı. Öyküleri çeşitli internet dergilerinde yayımlandı.
edebiyathaber.net (17 Ekim 2019)