Rusya… 1850’ler ve 60’lar. Köylü reformunun sürdürüldüğü, iktidara karşı halk muhalefetinin her geçen gün daha da çoğaldığı ve güçlendiği bir dönem. Muhalif hareketin öne çıkan en önemli isimlerinden biri: Nikolay Gavriloviç Çernişevski. Haliyle iktidar için en güçlü düşmanlardan biri. Tarih boyunca tekrarlanan bilindik senaryo ona da uygulanıyor: sudan sebeplerle tutuklanıyor, yargılanıyor, önce iki yıl hücre hapsine, sonrasında 20 yıl sürecek Sibirya sürgününe gönderiliyor. Sibirya’ya gönderilmeden önce bir direğe bağlanarak ibret olsun diye halka teşhir ediliyor. Hücre hapsindeyken, hücrenin küçücük penceresi önünde, 4 Aralık 1862 ve 4 Nisan 1863 arasında, dört ayda edebiyatın olduğu kadar devrimin de başyapıtlarından birini kaleme alıyor: Türkçedeki adı ile Nasıl Yapmalı?
Nasıl Yapmalı?, ilk bakışta bir aşk romanı gibi. Hatta bu nedenle ilk yayınlandığı dönemde, özellikle iktidar yandaşları tarafından, alaya alınıp eleştiriliyor. Romanın alt metinleri zekice kurgulanmış; dönemin sansür politikaları nedeni ile birçok olay ve kavram açık edilmemiş, çoğu zaman mizahi göndermeler ve çağrışımlarla ifade edilmiş. Diğer yandan, günlük yaşamdan siyasete, aşk ve ilişkilerden evlilik kurumuna, eğitimden iş hayatına aklınıza gelen her konunun “nasıl”ını anlatarak bir devrimin nasıl inşa edilip sürdürülebileceği etkileyici ve eksiksiz bir anlatımla dile getirilmiş.
Roman yayınlandığı dönemde Rus toplum hayatı üzerinde öyle büyük bir etki yaratıyor ki Dostoyevski ve Tolstoy’dan, Kropotkin ve Lenin’e, Turgenyev’e kadar edebiyat ve siyaset alanındaki pek çok isim kitap üzerine konuşuyor, yazıyor, tartışıyor. Kimi yerden yere vururken, kimi yüceltiyor. Lenin kitap için şunu söylemiş: “Öyle bir iki atımlık değil, insana yaşam boyu yetecek bir baruttur bu kitap.”
Sayfalarda ilerlerken bir yandan kendinizi o dönemin Rus toplumu içinde buluyorsunuz, diğer yandan 160 yıl önce bugünün yaşamında bile sorun olmayı sürdüren konuların Çernişevski tarafından önerilen çözümlerine hayran kalıyorsunuz. Bireyin aile ve yakın çevresi ile nasıl bir ilişki içinde olacağı, aşkın, evliliğin nasıl olacağı, çocuk yetiştirmenin ya da ticari bir işletmeyi yönetmenin nasıl olacağı, “insan”ın nasıl olacağı, böylece devrimin nasıl kendiliğinden hayata geçeceği hayranlık uyandıran bir kurgu ile anlatılıyor. Romanın toplum yapılandırması öyle etkili olmuş ki, dönemin Rus gençliği için roman siyasal bir program niteliğine bürünmüş.
Kitabın bugün farklı yayınevlerinden birçok baskısı var. Benim okuduğum baskının sonunda çevirmen Mazlum Beyhan’ın bir yazısı yer alıyor. Beyhan yazısında, “kitap neyi anlatıyor?” sorusuna en kısa cevap olarak “yeni insanları” diyor. Yeni insanlar, kitabın ana karakterleri Vera Pavlovna, Lopuhov, Kirsanov, Rahmetov, ki kitap hakkında yazılanlara göre tüm ana karakterler Çernişevski’nin kendisi, eşi, yakın arkadaş çevresi ve dönemin öne çıkan devrimcilerini yansıtıyor, aslında son derece sıradan insanlar, toplumdaki herkes gibi basit yaşamları var. Ama bu basit yaşamdaki duruşları ile dünyanın nasıl dönüştürülebileceğinin birer sembolü oluyorlar. Hem kendilerine hem çevrelerine karşı dürüstlükleri, hiçbir koşulda saygıyı elden bırakmamaları, aldıkları kararlarda sadece kendilerini değil, karardan etkilenecek herkesi düşünmeleri, hem kendi hayatlarını hem de dokundukları hayatları değiştiriyor. Çernişevski roman boyunca, olaylar karşısında bu yeni insanların ve eski insanların duruş ve davranışlarındaki farklılıkları da sunuyor okura, ki devrimin nasıl olacağını görelim.
Kitabın en etkileyici yanlarından biri, kadın sorununu ele alışı ve kadının toplumdaki yerini son derece eşitlikçi bir şekilde kurgulaması. Üstelik bunu yaparken kadını yücelten klişelere ve saçmalıklara da asla taviz vermemesi. Bugünün edebiyatının bir türlü arınamadığı erilliğin zerresini bulamıyorsunuz bu kitapta. Diğer yandan erkekler toplumdaki duruşları kadar kadınlara karşı ayrımcı davranış biçimleri, kadına dayattıkları toplumsal rol gibi nedenlerle sert biçimde eleştiriliyor. Romana bu açıdan baktığımızda, Çernişevski gördüğüm en etkileyici feministlerden biri diyebilirim. Tekrar etmeliyim, 160 yıl öncesinden bahsediyoruz. Yazar, kitabın ana karakterlerinden Vera Pavlovna ile, devrimi kurguladığı romanın içine bir kadın destanı da sığdırmış. Vera Pavlovna, küçük burjuva ailesinden, bu ailenin ve toplumun baskıcı kurallarından kurtulup, aşkta, evlilikte, iş hayatında ve toplumun her alanında eşitlik mücadelesi veren, haklarını koruyan ve savunan bir kadına dönüşüyor, devrimci dönüşümün simgesi oluyor. Kadına biçilen rolleri her koşulda sorgulayan Vera Pavlovna karakteri, kadın özgürce aşık olduğunda, aşkta eşit olduğunda değil, toplumsal eşitliği sağladığında eşit olunabileceğinin kanıtı olarak romana damgasını vururken, okuru da sarsmayı başarıyor. Kadının ancak bu şekilde devrimci eylemin bir parçası olabileceğini gösteriyor, özellikle dönemin Rus gençliğine. Çernişevski, aslında tüm insanlar için şu gerçeğin altını çiziyor: “Tam bağımsızlık olmadı mı, tam mutluluk da yoktur.”
Çernişevski için özgürlük ve bağımsızlık çok önemli. İnsanın ancak bu şekilde aklını, vicdanını ve sağduyusunu doğru kullanabileceğini düşünüyor. Ve ancak bir insan özgür ve bağımsız olduğunda ona tam anlamı ile güvenebileceğimizi. Çünkü özgürlük ve bağımsızlığı ellerinden alınan insanların akılcı ve mantıklı davranmalarını bekleyemeyiz. Çernişevski’nin düşünce ve tezlerini okurken, haklılığını görmek için bugünün dünyasına şöyle bir bakmamızın yeterli olacağını düşünüyorum.
Çernişevski, roman karakterlerine sordurduğu sorularla okuru, kendini ve yaşadığı toplumu sorgulamaya yöneltirken, sık sık yazar kimliği ile de araya giriyor, okurla bir anlamda tartışıyor. Her birimiz gerçekten istediğimiz hayatları mı yaşıyoruz, toplumun, ailenin, devletin bize sunduğu, yönlendirdiği hayatları mı? Öyle olması gerektiği, öyle öğretildiği için mi yaşıyoruz? Dostumuzu, sevgilimizi, eşimizi, işimizi gerçekten kendi özgür irademizle mi seçiyoruz? Başarı, güzellik, fedakârlık, mutluluk, bencillik, yalnızlık, özgürlük gibi kavramları neye ve kime göre değerlendiriyoruz? Evliliğin ve ilişkilerin ne şekilde yaşanacağını taraflar mı belirliyor, belirlenmiş kurallar doğrultusunda mı yaşanıyor? Egomuz mu düşüncelerimizi yönetiyor, tam tersi mi?
Araya girdiği bölümlerden birinde yer alan şu ifadeler Çernşevski’nin yaşamdakini duruşunu özetliyor: “İnsan büyük bir yangından korkuya kapılmışsa, doğruca yangın yerine koşup çalışmalı, içinde ne korku kalıyor ne bir şey! Çalışan insanın korkmaya, tiksinti duymaya, titizlenmeye zamanı yoktur.”
Çernişevski okura bir ütopya sunmuyor. İnsana ve topluma dair gerçeklerden yola çıkıp gerçekçi bir sistem kuruyor. Ancak kurduğu sistemin tek, mükemmel ve sonsuza kadar yaşayacağı düşüncesinde değil. Aksine, oluşturulacak her sistemin her çağda dönüşüme uğrayacağı gerçeği üzerinden kurguluyor her şeyi. Her dönemde herkes için daha iyiyi isteyen insanlar olacağı gibi, bu insanlara karşı olan insanların da var olacağına dikkat çekiyor. “İnsanoğlu kendi doğası karşısında her zaman güçsüzdür.” diyor Çernişevski.
Bugün, edebiyattan siyasete, felsefeden psikolojiye, sokakta, işte, medyada, her alanda herkes özgürlüğün tanımını yapıyor. Yaşam koçları, kişisel gelişim uzmanları, bin bir türlü öğretinin temsilcileri bu tanımlara birbirleri ile yarışır halde yenilerini ekliyor. Peki ne kadar özgürüz? Sahici bir özgürlük mü bu? Yaşadığımız dünya her birimizin içindeki küçücük dünyalardan oluşuyor. Nasıl Yapmalı?, insana dair son derece basit ve temel gerçeklerden yola çıkıp daha yaşanılır bir dünyaya, o küçük dünyaların özgürlüğü ile ulaşılacağını söylerken, sayfalar boyunca o özgürlüğün ne olduğunu anlatıyor. Okurken yaşamlarımızın bugün ne kadar karmaşık ve zor hale getirildiğini, ne tür kalıp ve klişelerin içine hapsedildiğimizi, dolayısıyla ne kadar kendimizden, ne kadar insan olmaktan uzaklaştığımızı bir kez daha hatırlatıyor Çernişevski. Bugünün özgürlük tanımlarının kitapta anlatılan özgürlükten ne kadar uzak kaldığını görüyorsunuz. Diğer yandan Nasıl Yapmalı? asla karamsar bir kitap değil. Çernişevski’nin ustaca kullandığı mizah dilinin bunda etkisi olsa da kitabın en önemli etkisi, kitap bittiğinde içimizde bıraktığı şu duygu oluyor: insana ve yaşama olan güveni tazeliyor.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (21 Ekim 2019)