İyi bir öykü kitabı okuduğumda, yazarına öykülerinden dolayı hayranlık duymamın yanı sıra yüzlerce binlerce başarılı kitabın arasından sıyrılıp kendi dilini bulup o dili kullanarak o öyküleri oluşturabilmiş bir yazarla karşılaşmanın memnuniyetini duyuyorum. Ne mutlu bize ki son yıllarda ardı ardına genç öykücülerimizin harika kitapları ekleniyor edebiyatımıza. Banu Özyürek onlardan biri. İkinci kitabı Poz’u henüz bitirdim; şu yazıyı kaleme alırken tekrar tekrar okuyorum öykülerini hiç sıkılmadan, bende yarattığı okur heyecanını hiç eksiltmeden, her okuyuşumda yeni bir anlam keşfederek.
Poz, bu yıl 74. Yunus Nadi Ödülü’nü öykü dalında Tomris Alpay’ın “Gülsün, Agavni, Zilha” isimli kitabı ile paylaştı. 16 öyküden oluşan kitabın ilk öyküsü “Bu Senin Çiçeğin” ile yazar, okurunu oldukça sarsıcı biçimde karşılıyor. Öykü, biçim olarak mektupla anlatı arası bir alanda geziyor. Sadomazoşist bir ilişkinin farklı cinsel yönelimleri olan tarafları arasında geçen, sadece onlara özel anların sanılanın aksine ne kadar farklı, ne kadar derin, ne kadar öte anlamlar içereceğine dair bir öykü. O anlar anlatılmalı. Çünkü insan görünene kendi penceresinden baktığında, onu yaşayanların değil kendine ait anlamlarla, belki farkında bile olmadığı önyargılarla algılıyor onu.
“Hareketler ve görüntülerse anlam olmadan, onları yüreğiyle yoğuran insanlar olmadan bir hiç.”
Poz’daki öyküler için durum öyküleri diyebiliriz; yazar, anlatmak istediği her ne ise onu anlara sığdırıyor, karakterlerine ruhsal bir kostüm gibi giydiriyor, mekâna yayıyor. Tüm öyküler, insana dair; aslında sözcüklerden öte bir yerde duran insanın içinde bir yerlere dair şeyler, insan olmanın ne demek olduğu anlatılıyor. İlk öykü bu nedenle de çok etkileyici, çünkü size ister yakın ister uzak bir dünya olsun, kendinize dair bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Hepimizde var olan bir şeylerle. O şeylerin bize uzak sandığımız başkalarında da var olduğunun şaşkınlığı ile. Bir kez daha hatırlıyoruz; yok ki birbirimizden farkımız! Özyürek, kitabın ilk öyküsü ile okuruna, doğru bir yerde olduğu hissini ve sonraki sayfalarda ne göreceğine dair güven duygusunu veriyor.
Öyküden öyküye geçerken, hepimizin yaşamın bir yerinde -ya da birden çok yerinde- içine düştüğümüz, bize çok tanıdık gelen durumları bir de Banu Özyürek’in penceresinden, tam anlamı ile yazara özgün bir anlatımla izliyoruz. Bu anlatımın en güçlü yanlarından biri Özyürek’in en doğru anda en doğru kıvamda karşımıza çıkan mizahı. Bir dramın içinde ilerlerken, hele de o dramı hayatımızın bir yerinden hatırlarken, aslında her şeyin ne kadar basit ve ironi yüklü olduğunu da fark ediyoruz bu sayede.
Öykülerde anlatılan durum ve olaylar öyle çok sıra dışı şeyler değil, ama Özyürek başarılı anlatımı ve kurgusu ile edebiyat tadı yoğun, okurken içinde akıp gittiğiniz, sanki ilk defa karşılaşmışsınız heyecanını uyandıran öykülere dönüştürüyor her birini. Bir öyküde, depresyonda bir genç kızın ruh hali bir arkadaşının basit çözümleri ile çabucak değişebiliyor. Kapı isimli başka bir öyküde ise insanların arasına karışmakta güçlük çeken başka bir genç kızın yaşadıklarına konuk oluyoruz, onun dramı geçip gitmiyor, bir kapı metaforu ile herkese tanıdık gelecek o duygu sayfalardan okura ulaşıveriyor. Yağmurdan sonra ve Zeynep’e, Arzu’ya, Raif Hoca’ya isimli öykülerde çocukların içindeki kocaman ve derin dünyada geziniyoruz biraz, kendi çocuk zamanlarımızın dert edindiğimiz anılarını hatırlayarak. Her şey öyle tanıdık ki. Yapış yapış isimli öykü yaz sıcağının günlük yaşayışımızdaki sıradan etkisini anlatıyor, ama öyküde geçenler o kadar bize yakın ki, yaşadığımız o duyguların bu kadar iyi anlatılması etkiliyor okuru. Şimdi o, hastane odasında ölüme yakın günlerini dolduran yaşlı bir adamla torunu arasında gidip gelen görünmez, sözcüklerle ifadesi mümkün olmayan şeyleri anlatmayı başarıyor. Şehirde bir oda, her şeyi yitirdiği bir noktada olduğunu düşünen bir kadının tüm duygusunu bir oda üzerinden anlatmayı başarıyor.
“Afrika’ya kaçmak istiyordum, çantamı hazırlayıp zürafalara gitmek. İçimdeki özlemi, çaresiz ve bilenemeyen şeyi uzak hayvanlara akıtmak. Tenlerindeki beneklere dokunarak bir bağ kurmak, çok çok yürekten, dilsiz, sözcükler tarafından boğulmayacak bir bağ.”
Gör ve unut, bir aşk acısının öyküsü. Bugüne kadar milyonlarca insanın farklı farklı şekilde, defalarca dile getirdiği bir durum, Özyürek’in kaleminden tekrar okunabildiği için bu öyküler başarılı diyorum.
“… bu sadece basit, insani bir yanılgı; eksik olan şeyleri göğüste hissetme. Elimizi kolaylıkla götürebildiğimiz bir yer olduğu için belki. Ya da kalbe yakınlığındandır, eksik şeylerimizle yüreğimiz arasında bir bağ kurabilmek yahut o bağı işaret edebilmek için.”
Kitabın en güzel öykülerinden biri Hayvan yalnızlığı. Ve bence çok özel bir öykü. Bir öykü yazamamanın öyküsü… Aynı zamanda hayvan yalnızlığının ne olduğunu en derinden anlatan bir öykü. Ve aslında Özyürek’in anneannesi için yazdığı anneannesini anlatan bir öykü. Yıllar içinde yazar, bu öyküyü birkaç kere yazmaya çalışmış, olmamış, yeni baştan yeni baştan yazmaya çalışmış. Sonunda yazamamanın öyküsü çıkmış ortaya. Yazarın tüm bu sürecini ve anneannesine olan duygularını eksiksiz okura ulaştıran harika bir öykü.
“Bir yazarın yazma deneyimi hakkında kalem oynatması en azından günümüzde ve en azından bazıları tarafından pek hoş karşılanmıyor. Neden” Böyle başlıyor kitabın son öyküsü Kutsal sevgilimiz ve edebiyat dünyasının (edebiyat sektörünün mi demeliyim) hiç de hoş olmayan yanlarını, bu hoş olmayan yanların bir yazar üzerindeki etkisini Özyürek’in mizah yüklü dili ile aktarıyor. Kıymet bilmeyen editörler ve gönderdiğiniz dosyalara hayatınızı bir cehenneme dönüştürüveren cevapları, edebiyat bunun neresinde dediğimiz neden basıldığını bir türlü anlayamadığınız o kitaplar, neden yayınlandığını bir türlü anlayamadığınız dergilerdeki o saçma sapan öyküler, elini çenesine koymuş hayatı çözmüş tavırlı yazarlar, hepsi var bu öyküde. Kendi adıma içimdekilere tercüman olmuş bu öykü diyebilirim. Ama bu öyküye edebiyat sektörünün bir eleştirisi olarak bakamayız. Asıl eleştiri öykünün ana kahramanı yazar adayının kendisine; tüm bu saçmalıkları ciddiye aldığı için, hayatını ve yazınını bu curcuna üzerinden kurmaya çalıştığı için. “Gösterinin dışına açılan tek bir kapı yok mu? Pozsuz bir sigara molası?” diyor öykü kahramanı. Var demek ki; kitap bitiyor, Özyürek Poz ile veriyor işte cevabını.
Edebiyat iyileştirir mi? Buna benim yanıtım her zaman kesinlikle evet olmuştur. Evet, edebiyat iyileştirir, yaraları sarar, kırıkları onarır, ruhları sağaltır. Çünkü edebiyat öğüt vermez, doğruyu yanlışı söylemez, ikna etmeye çalışmaz, zorlamaz. En önemlisi, asla ama asla yargılamaz. Edebiyat tıpkı Poz’daki gibi, durumları ortaya koyar, yalnız olmadığınızı hatırlatır, karar verme ve değerlendirme özgürlüğünü size bırakır, -sadece edebiyatla haşır neşir olduğunuz o kısacık sürelerle sınırlı olsa bile- gerçekten özgür olduğunuzu hissettirir. Edebiyat özgürleştirir.
Poz’un kitap kapağı tasarımı da özellikle kapak fotoğrafı ile, içindeki öyküler kadar etkileyici. Poz’un öyküleri insanı derinden etkileyen fotoğraflara benziyor. İyi fotoğraf, izleyicinin kendinden bir parça bulduğu fotoğraftır. Binlerce insan aynı manzaranın fotoğrafını çekebilir, hepsi farklı fotoğraftır, etkilendiğiniz de olur etkilenmediğiniz de ama bazı fotoğraflar sizi hiç ummadığınız bir yerden yakalar. Nasıl bu kadar tanıdık gelir, şaşarsınız. Sizin için iyi fotoğraf odur. İşte Poz’un öyküleri o fotoğraflara benziyor…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (30 Ekim 2019)