“Kırılganlık hayatın bir parçası, yapıtaşlarından, ontolojik kökenlerinden biridir…”
Eugenio Borgna
Gözlerini kaçırmakla yetinmedi, sözcüklerini de esirgedi senden.
Kaçış ve sığınışlar öyledir, baş edilemez duyguların barınağı yoktur. Şimdi anlıyordun neden kırlangıçlar yuvalarını kuytuluklara yapar, yaparken de kimselere gölgelerini göstermez; saklı tutar her bir çerçöpünü…
İçler dışlar çarpımı bir hayatın avenesi olalı beri bu böyleydi. Bilirdin ki masallarda yinelenen motiftir; atın önünde et, itin önünde ot vardır… Anlatı bu ya; “bir varmış bir yokmuş” diye de devam ederdi masal.
“Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin hali budur ol Padişahım,” diyerek de yalınkılıç söz anlatıcılığına soyunursa eğer birisi, susmak gerek!
Susmak bütün yaralara merhem diye bilinse de, gece gündüz havada kalarak uçarken uyuyan ebabil bunun hiç de öyle olmadığını kuşlar masalında anlatır size. Kendini yalnızlaştıranın öyküsü de sanki oradan başlar!
“Her şeyin kendi zamanı vardır” bakışını dillendiren gözün yolculuğundaysanız eğer, bu sorgunuzdan asla vazgeçmezsiniz. Yani içdenizlerinize çekilerek kaybolmak, aidiyetinizi başka yerlerde aramak sizi bir zamane tufeylisi yapmaktan başka bir yöne çekemez.
Varlığın verdiği renk, taşıdığı biçim bize her daim zamanı hatırlatır, hatta taşır. Bir sesle, bir renkle, bir sözcüğün ve duygunun tınısıyla…
Öyleyse her karşılaşmada yaşadığımız/yaşattığımız algıyla gelen yeni düşünceler aynı zamanda insan varoluşunun da anlamını açıklar bize. Şimdideki geçmişle, geçmişteki gelecek arasında kendine yer açabilen insanın yolculuğu işte o noktada her dem sorgulayıcılık içerir. Kendine, yaşananlara ve başkalarıyla sürdürdüğü yol arkadaşlığına dair bir veridir de üstelik.
İnsanı gelişkin, birbirine bağlayıcı, hatta yönlendirici kılan da işte o yakın duruşlarla gelen duygu düşünce alışverişidir.
Kendini tutma yerine kendini açmayı öne alınca insan açıklık ve saydamlıktan yanadır her daim. Ama eğer örtük, kapalı, hatta gizemli kalmaya gönüllüyseniz yolunuzun yolu sisli pusludur. Açmazlarla, hatta pıtraklarla doludur. Çıkışsız ve yönsüz bir zamanın tufeylisi olmaya da işte o zaman yönelirsiniz.
Anlatılan bir hikâyenin kaçgunu olmak için dil cengine girmeye de gerek yok. Feridüddin Attar anlatır ya bir meselinde:
“Keklik, başını kaldırıp yerinden kalktı.. sarhoşçasına neşeli bir halde salına salına geldi. Gagası kıpkırmızıydı.. siyahlar giyinmişti; gözünden kanlar coşup akmaktaydı.
Gâh dağların en yüce tepelerinde, engin bellerde uçmaktaydı.. gâh kılıcın önüne durup baş vermekteydi.
Dedi ki: ‘Ben mücevher elde etmek için daima dağlarda, bellerdeyim.
Daima madenlerin etrafında dönüp dolaşmakta, mücevher elde etmek için bir hayli koşup tozmaktayım.
Mücevher sevgisi, yüreğime öyle bir ateş saldı ki bana elde ettiğim bu hoş ateş yeter!
Bu ateşin harareti içimi yaktı, alevi baş gösterdi mi içimdeki ufacık taşlar kan haline gelir.
Görüyorsun ya.. bir ateş ne tesirler yapmada.. hemencecik taşı kan haline getirmede.
Ben, taşla ateş arasında kaldım.. hem şaşırmış bir haldeyim, hem perişan bir halde!
Yanıp yakılarak kırık taşcağızları yutar, gönlümü ateşlere verir, taşlar üstünde uyurum!
Dostlarım, gözünüzü açın da yediğim, içtiğim şeye bakın!
Bir taş üstünde uyuyup taş parçaları yiyen kişinin savaşlara girişmesine ne lüzum var?
Gönül, bu şiddete yüzlerce zahmet çekerek katlanmada.. Mücevher sevdası, beni dağlara atmış!
Mücevherden başka bir şey sevenin elde ettiği şey gelip geçer; geçicidir.
Mücevherlerin saltanatı daimidir; mücevherler, daima dağlarda bulunur.
Ben dağlar delisiyim, mücevher eri.. bir an bile dağsız, belsiz duramama.
Mücevherlerin saltanatı daimidir; ben de onu daima dağ tepelerinde arar dururum.
Ne mücevher kadar değerli bir şey buldum; ne de ondan daha aziz ve hoş bir şey!
Simurgun yolu, müşkül bir yol. Benimse ayağım mücevher sevdasıyla dağda balçığa kakılmış kalmış!
Yüreği pek simurga nerden ulaşacağım? Elim başımda; ayağım balçıkta; bu halde gidip ulaşmama imkân mı var?
Ateş gibi taştan baş kaldırmam; ya ölürüm, ya pençemle mücevheri yakalar, mücevhere nail olurum.
Bana aşikâr bir mücevher gerek; mücevheri olmayan adam ne işe yarar?”
Ve tutup ona bağ olan, onun önünü alan meseli de sen anlatarak tamamladın.
Şunu da onun kulağına fısıldamak istedin:
“Ey mücevher isteyen, gönlünü mücevherle doldur.. daima öyle bir mücevheri ara, iste!” ( “Mantık Al-Tayr”, Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı)
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Kasım 2019)