Ölüm acıdır, ama ölümle göz göze gelmek daha da acıdır, en azından bilincimiz için böyledir, onu olduğu gibi kabul etmek kolay değildir, bir gözümüz daima yaşama arzuyla bakar. Andy yatalaktır, ölümün ona doğru hızla koştuğunu artık fark edebiliyordur. Hırçındır, öfkelidir, içi özlem doludur, biraz da umursamazdır ya da umursamaz biriymiş gibi görünmek istiyordur. Elli yaşlarındadır, ömrünü bir devlet kurumunda memur olarak geçirmiştir, memurluğunda saygı duyulan biridir, güvenilirdir, hatta bazılarınca sevilen kişidir de, ancak şimdi ne çare, yalnızdır, karşısında örgü ören karısından başka kimse kalmamıştır.
On altı yaşında bir kızı vardır ya da vardı, ama artık yoktur, muhtemelen bir ölüdür.
İki oğlu da evden uzaktadır ve ebeveynlerinin sorunlarıyla uğraşamayacak kadar kopukturlar. Hatta ebeveynleri onlar için artık birer şakadır, tabii soğuk bir şaka.
Andy yatağında uzanmış duruyorken elinde bir tek anılar kalır ve de özlem, birkaç torunu sevme ihtimali, ancak torun sevme ihtimali imkânsız denilebilecek kadar uzaktır, anılara gelince onları da sevgi değil de evliliklerde azami düzeyde olan temasın dışında aralarında başka bir şey kalmayan karısıyla konuşmak güçtür.
Aslında yapıt boyunca Andy’den ziyade karısı daha anlayışlıdır, ama biz yatağa bağımlı ya da başkasına bağımlı ve ölümün soluğunu ensesinde hisseden birinin sinirlerinin fazlasıyla yıprandığının farkındayızdır, bu nedenle az da olsa bağımlı kocadan yanayız.
Yapıt, karakterler arasındaki birçok ilişkiyi muğlak bırakır; öncesinde ne oldu ne olmadı, aralarındaki musibetin nedeni nedir ne değildir söylemez. Ama bu açmazları Pinter’ın unutkanlığına ya da acemiliğine bağlayamayız, Pinter bununla bize ne demek istiyordur onunla ilişkilendirmeliyiz, doğrusu da budur.
“Ussallık dediğin çoktan tası tarağı toplayıp gitti, bir daha da lafını duyan olmadı. Senin o canım ussallığın lağım çukurunda bok edebiyatına karıştı…”
Pinter’ın Ay Işığı yapıtı birçok yönden değerlendirilebilir: Ölüm, çocuklar ve ebeveynler arasındaki uçurum, eşlerin hiçbir zaman birbirlerini yeteri kadar anlamaması, Pinter’ın oyundaki yenilikçi yaklaşımı gibi, tabii bir tiyatro sahnesinde izliyorsak bu daha da belirginleşecektir. Ancak ben burada bir bağımlı ya da yarı bağımlı bir kocanın ya da bir babanın, hepsinden öte acı duyan bir insanın ölüm karşısındaki çaresizliğiyle ilgilendim.
Karısı: “Ölüm senin evrenin.”
Andy: “Olabilir. Olabilir. Ama esas soru şu, ben bu evreni ölürken mi geçeceğim, yoksa öldükten sonra mı? Yoksa belki de hiç geçmeyeceğim. belki evrenin tam ortasında kakılıp kalacağım. Böyle olursa, onun ardına görebilecek miyim? Öbür yanı görebilecek miyim? yoksa evren sonsuz mudur? Ya havalar nasıl? Belli olmazda sağanak mı olur, yoksa parçalı bulutlu mu? Yoksa sonsuz bir ay ışığı ve bulutsuz mu? Yoksa sonsuza dek kapkara mı? Şimdi sen hiçbir fikrim yok diyebilirsin, haklısın da…”
Andy ve ailesi inançlı değiller, yani bildiğimiz anlamda bir dine bağlı değiller ve ölüm karşısındaki çaresizliğin anahtarını buralarda yaşayan birçok kişinin yapacağı gibi yine bir dinin ya da bir inancın ceplerinde aramıyorlar, en azından Andy öyle.
Sonuç olarak Pinter bu yapıtında, bir insanın ölüm karşısındaki tedirginliğini ve acısını hiçbir inancın ya da dinin kalkanının ardına gizlemeden fotoğraflayarak göstermeye çalışır. Yoksa’lar ve soru işaretleri azalmadığı gibi daha da artar. Andy’nin akılcı davranması artık ihtimal dahilinin dışındadır (gerçi akılcı davranırsa neyi değiştirebilir ki), duyguları ve arzuları sözcüklerini şekillendiriyordur. Ancak ölümün yüzü karşımıza hırçın ve umutsuz sözcükler çıkarır her defasında ve onu sakinleştirmeye çalışan her şey bok edebiyatından başkası değildir, Andy bunu acıyla anlar.
Kaynak: Harold Pinter, Ay Işığı, Çev: Filiz Ofluoğlu, Mitos Boyut Yayınları
Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (18 Kasım 2019)