“Hayattan hikâye olarak söz etmek anlamlıysa,
yaşamaktan bir sanat olarak söz etmek de
anlamlıdır, çünkü hikâye bir sanat biçimidir.”
William L. Randall
Tolstoy’u okurken gözledim; onda doğaya kavrayıcı bir bakış var. Gerçekliğini yansıttığı insanın duygu tonunu doğanın renkleriyle buluşturarak etkileyici bir atmosfer yaratıyor. Bu da, onun dış dünya bilgisinin yansısını getirir. Gözlemevine girenlerin yazıda biçimlenmesi onda ayrılmaz bir üslup, söylem biçimidir.
“Aile Mutluluğu”nun anlatıcısı Maşa’nın bakışına yansıyan pastoral görünüm, ayrıntıdaki gerçekliğin dilini yakalamanın ötesinde, iki insanın bir araya geldiğinde hissettiklerinin dışavurumunu gösterir inceliklerle yüklüdür:
“Katya’nın gidişinden sonra bir sessizlik çöktü ortalığa, çevremizde her şey suskundu. Bir bülbül, dünkünden başka bir sesle, önce kesik kesik, kararsız bir sesle, sonra giderek bahçeyi dolduran bir şakımayla gece ötüşüne başladı. Yarın aşağısında bir başkası, ilk defa bu akşam, uzaktan uzağa ona cevap verdi; bize yakın olanı dinliyormuş gibi bir an sustu; sonra daha keskin, zorlamalı, titrek, çınlayıcı bir sesle şakımaya başladı. Bu ötüşler, kuşların bizlere yabancı olan gece dünyasında her şeyi bastırarak enginlere yayıldı.”
Juan Goytisolo’nun “Ara Perde” anlatısına dönüyorum. Bir başka izleğin izinde giderken karşıma çıkan da biraz bu: Anlatıcı, eşinin ölümünden sonra içine düştüğü karanlıktan çıkış için debelenmektedir… Yazmak için oturduğunda; hem yaşadığı acıya, hem yaşadıklarına/geçmişine, hem de ölüm duygusunun getirdiği düşüncelerin sorgulamasına yönelir.
Onun bu yönelme durumudur yazısının kaynağı. Benim kavrayıcı bilinç dediğim de budur: yaşama, yaşanılanlara bakışın yoğunluğu, derinliği; oradan ağanları dönüştürebilme yetisi…
Goytisolo, kendini belleksizleştirerek bu karanlıktan geçmek ister. Ama nafile!
Yazmaya yönelince, siz bellek kuyusuna düşüyorsunuz. Oraya sizi götüren duygunun çekim odağından kopar kopmaz (o da bir süreliğine), çizginin öte kıyısına geçip “geçmiş”le yüzgöz oluyorsunuz.
Kopuş çizgisinin belirginleşmesi sizi “dün”ü anlatmaya yöneltir.
“Aile Mutluluğu”nun Maşa’sı tutkulu bir aşktan evliliğe adım atarken mutludur. Bunu yakalamanın coşkusundadır. Bir süre sonra, adım adım, bunun tükendiğini görür. Öyle ki; bambaşka bir dünyaya kapanmış, o esintili günlerden kopmuştur.
Geldiği mutsuzluk çizgisi, sürüklenen bu aşkı yazmaya yöneltir onu. Bir anlamda yazıp anlatmasının kaynağıdır mutsuzluğu.
Goytisolo da, tıpkı Tolstoy gibi, kesintiye uğrayan bir hayattan söz eder. Onun anlatıcısı, “yeni yaranın kanayan noktasına erişmek için eski yarasına geri dönmek zorunda”dır. Bu da onu bellek yolculuğuna çıkarır. Bugünkü acısıyla yaşamaya, ayakta durmaya çalışırken geçmişin yaşattıklarını anımsar bir bir.
Ölümün kara örtüsünü aralayabileceği, hatta bunu sorgulayabileceği ânların sanrısına yönelir adım adım.
Goytisolo, bu anlatısında , yazının kaynağında acının varoluşunu, biçimlendirici yanlarını göstermektedir.
Yazmak, bu noktada anlamaktır; hayatı sorgulayıp, yeni düşüncelerin biçimlenmesinde bir yoldur.
Yazarın duruş yeri, yaşadıkları yazdıklarının uzağında “başka” bir şey değildir.
Tolstoy’un öyküsündeki çıkış noktasında yaşadıklarının yansıları olduğu bilinir. 1856’da yaşadığı mutsuz bir aşk, 1858’de bu öyküsünün yazılmasına önayak olur.
Goytisolo, yitirdiği eşi Monique Lange ile aralarındaki duygu bağının kopuşunu, kesintiye uğramasını kaldıramaz bir türlü. Bu anlatısını yazmaya yönelten en temel düşünce de budur aslında.
Ölümün saçmalığını sorgulamak yerine, buna biçilen inanışa; adlandırılıp bağlanılan, yüce kılınan “kurgusal varlık”a göndermeler yapar.
Burada yazarın yazı coğrafyasının düşünsel iklimini bulduğumuz gibi; kavrayıcı bilinç aydınlığında yazmanın bir yazara kazandırdıklarının neler olabileceğini de görmekteyiz.
Evet, ne dersek diyelim; acı yaratıcıdır.
Yaşamdan ağıp gelenler de bunun bir göstergesi, hatta kaynağı!
Bir hikâyeniz varsa eğer…
Kurmaca anlatılardan söz ederken, sıklıkla anlatı kahramanlarının “hikâye”sine dönerim. Özellikle de Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”indeki Nastenka’sı ile “hayalperest” kahramanı arasında geçen o ünlü diyaloğu anarım:
“Bir hikâyeniz yoksa, nasıl yaşıyorsunuz?”
Evet, hikâyesiz yaşanmıyor. Ama her insanın da bir hikâyesi olduğunu yabana atmamalı!
Yakın zamanda siyaset arenasında çok söz edilir oldu bu; “hikâyesi olan, olmayan,” diye yargılar türetildi.
Öyle ki; bazı kalemşörler hemence yargıda bulundular.
Yaşanan toplumsal enerjinin ortaya çıkardığı siyasi bir figür üzerinde odaklanan bu görüş-bakış yavanlık ötesi, bilgisizlik ve ötekileştirme içerdiğinden, gülüp geçmiştim ilkten. Gelin görün ki: yaşanan siyasi süreç şunu açıklıkla gösterdi ki; hikâyesi olan insan eylem içindeyken kendi yaşam/a kurgusunu gene o toplumsal enerjiden alarak biçimliyor.
Siz de, bunu görerek anlayarak bir bakış edindiğiniz gibi dönüp kendi hikâyenizin seyrine de bakabiliyorsunuz.
Eğer bir hikâyeniz varsa, hayatınızın renkleri de her adımda öne çıkar. Sizi size anlattığı gibi, başkalarına da taşır.
İşte bu taşıyıcı özün var ettiği gerçeklik; kendi zamanınızı ve zamanın ruhunu anlatır.
Sanırım siyasetin dili/var oluşu bizde henüz bunu anlayamadığı için; “yeni”/ ”etkili”/ “saydam” bir kimliğin “hikâye”sini anlamadığı gibi; var olan yaban dilin ölçütlerinde bir hezeyan dil kullanmayı etkin kılmaya çalışıyor.
Galiba edebî kültür, estetik bakış neden gerekli bunu bir kez daha anlatıyor bize kendi hikâyenize dönüp bakmak.
Kendi rengini taşımak
Bir dili, kültürü “ortak” kılabilir miyiz?
Yani o dilde, kültürde var olan bir edebiyatı birbirimize taşımanın ötesinde belli bir duyarlılık/bakışta buluşabilir miyiz?
Geçmişte bunun birçok engeli vardı. Ama günümüzde aşıldığını söylemek pekâlâ mümkün!
Küreselleşmeyle gelen açılımlar artık sınır ötesi/ulus aşırı buluşmalara kapı aralamıştır. Yazar kendini çeviri aracılığıyla değil, bizzat ortak kültür dillerinde yazarak daha geniş bir okur kitlesine taşımaktadır.
Kuşkusuz bu da çevirinin gücünü azaltan değil, tam tersi vazgeçilmez kılan bir olgu. Bugün hâlâ farklı dillerde yazılmış metinleri okuyorsak bu da çeviri sayesindedir.
Gene de kendi dili dışında başka bir dilde yazmak sizi dünya yazarı kategorisine taşımak için yeterli midir sorusunu da sormaktan alamıyoruz kendimizi.
Bir yazarı dünya yazarı kılan nedir?
Kendi dili dışında başka (çok konuşulur/okunur) bir dilde yazmak mıdır, ya da o dile yapıtının çevrilmesi midir?
Yani kabul görme ölçütü nedir?
Yazar, her şeyden önce yazdığı dildedir. O dilin duygusu, sezişi, kültüründedir. Kendini ve yapıtını asıl var eden de budur.
Sanırım bu konuyu konuşmaya da asıl buradan başlamalıyız!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Aralık 2019)