Büyük bir kentte yaşıyordum. Caddeleri, arabaları, insanları, okulları, evleri, alışveriş merkezleri, güneşi, parkları, kumsalı, denizi, yolları, gürültüsü, kalabalığı büyük bir kentte. Küçük biriydim. Elleri, ayakları, sesi, çapı, evi, arabası, ofisi, kulakları, yaşamı, yaşamadıkları, etekleri ve pantolonları ve sırtına yüklediği anıları küçük biri.
Büyük bir kentte tek başına yaşayan küçük biriydim. Büyük iş hanındaki küçük ofisimin küçük mutfağında kilitli kaldım o Cuma.
Hayır, böyle olmadı.
O Cuma; küçük arabama binip şehrin geniş yollarını geçerek küçük ofisime geldim. Ofisimin küçük mutfağında kilitli kaldım.
Hayır, böyle olmadı.
O Cuma; her zamanki gibi küçük arabama atlayıp ofisime gelmek üzere şehrin bitip tükenmek bilmeyen büyük yollarından geçtim. Ofisimin küçük mutfağında bir kaza sonucu üç gün boyunca kilitli kaldım.
Hayır, böyle olmadı.
Ofisimin lanet olası küçük mutfağında üç gün boyunca kilitli kaldım. Ne ofise nasıl geldiğim, ne dev şehrin insanı yutan yollarından nasıl geçtiğim, ne de hurda bir arabanın içinde nasıl seyahat ettiğim önemli.
Üç gün boyunca, Cuma-Cumartesi-Pazar boyunca, hafta sonu boyunca, ortalama 52 saat boyunca, o dar, kasvetli, ancak tek kişinin sığabildiği, rutubet kokan, allahın belası mutfakta kilitli kaldım.
Küçük bir buzdolabı; iki şişe kola, bir kutu bisküvi, bir tane çürümüş elma, bir parça peynir, bir kutu sakız, bir kavanoz kahve, bir şişe kolonya, bir adet boş poşet.
Küçük bir tezgâh; altı akan bir lavabo, bulaşıklık, bulaşık süngeri.
Tezgâh üstü dolap; bir paket kahve, bir kavanoz tuz, dört çay fincanı, beş su bardağı, altı tabak, çay kaşıkları, çatallar, bıçaklar.
Dolap üstü; ara boşluğa açılan, örümcek ağlarıyla örtülü, küçük-karanlık bir pencere. Tezgâh altı dolap; bir elektrik süpürgesi, bir kutu deterjan, bir kova, akıtan lavabonun altında bir kap, iki temizlik bezi.
Buzdolabı üstü; bir elektrikli ocak, yarı dolu kesmeşeker kâsesi, boş bir su bidonu. Kapı arkası; bir çalı süpürgesi.
Birinci gün yarım şişe kola, üç adet bisküvi, bir fincan kahve, iki adet kesme şeker tükettim. Lanet olası sular kesildi. Tuvaletimi tezgâhın altındaki kovanın içine yaptım. Aynı kovaya kustum. Kolonya şişesini burnumun dibinden hiç ayırmadım. Sırtımı buzdolabına dayadım. Yerde uyuyakaldım. Gece yarısı kolumda bir hamam böceği yakaladım. Kapının arkasındaki süpürgeyle öldürdüm. Duvar köşesine ittim.
İkinci gün yarım kalan kolayı dört adet bisküvi ile birlikte içtim. Sular hala kesikti. Ağzımda üç kesme şeker erittim. Yine susadım. Çürümüş elmanın yarısını yedim. Biraz kendi kendime konuştum, biraz uyudum. Dolabın üstündeki pencereyi açıp ara boşluğa bağırdım. Kolonya şişesini burnumun dibinden hiç ayırmadım. Uyudum. Uyandım. Daha az tuvalete çıktım. İkinci kolanın yarısını içtim. Halsiz düştüm. Uyudum. Kâbus gördüm. Tekrar kustum. Gece yarısı üst kattaki ofisten böğürtüler, inlemeler, çığlıklar geldi. Büyük insanlar büyük orgazmlar yaşarken, ben lanet olası küçük mutfağımda kilitli kalmıştım. O kadar bitkindim ki bağıramadım. Sesler, bire birken, bire iki, ikiye iki, ikiye üç, üçe üç oldu, çoğaldı, çoğaldı. Durup dinmek bilmeyen haykırışlar, kahkahalar, hırıltılar. Üstümde bir ordu düzüşürken, ben sidik ve bok kokularım içinde bayılmamaya çalışıyordum. Sonra sustu her şey. Gece sustu. Ben uyudum. Ya da bayıldım.
Üçüncü gün bir parça peyniri, geri kalan bisküvileri, geri kalan kolayı, geri kalan şekerleri, geri kalan her şeyi yedim. Sonra içimde ne varsa çıkardım. Burnumun dibinden ayırmadığım kolonyayı, kafama, yüzüme, kollarıma, bacak aralarıma boşalttım. Duvarın köşesinde biriktirdiğim ölü hamam böceklerine baktım. Sonsuz bir uykuya dalmak istedim. Denizden gelen taze yosun kokusunu düşledim, bir bahar ikindisinde portakal ağaçları arasında koşarken burnuma çalan narenciye kokusunu düşledim, ay çiçeği tarlalarının gerisinde yükselen beyaz dağlardan yüzüme üfleyen kar kokusunu düşledim, mis gibi taze kahve kokusunu düşledim, sevgilinin buruk ten kokusunu düşledim. Yetmedi. Mutfaktaki keskin kokuyla başa çıkmama yetmedi. İçim çıktığı yerden geri dönemedi. Sular hiç gelmedi. Hiç kimse gelmedi.
Ben, üç gün boyunca, lanet olası küçük bir mutfakta, kilitli kaldım. Kimse kurtarmaya gelmedi. Beni kimse merak etmedi. Kimse aramadı ve kimse özlemedi.
Dördüncü gün, temizlikçi kadın, boka bulanmış küçük baygın bedenimi buldu küçük mutfakta. Söylediklerini hayal meyal hatırlıyorum:
“Ne halt etmeye o küçücük boyunla bu büyük şehirde yaşarsın. Ne halt etmeye şu küçücük ofisin içinde boyundan büyük işler yaparsın. Ne halt etmeye boyuna posuna bakmadan şu küçücük mutfağın kapısını tamir etmeye kalkarsın”
Şimdi; büyük insanlardan, büyük kentlerden, büyük yollardan, büyük evlerden, büyük gürültülerden uzaklaştım. Küçük bir kasabada yaşayan küçük biri oldum.
Hayır, bu olmadı.
Şimdi; büyük insanlardan, büyük kentlerden, büyük yollardan, büyük kalabalıklardan uzak, küçük bir kasabada yaşayan küçük biri oldum.
Hayır, bu olmadı.
Şimdi; tüm büyüklüklerden kilometrelerce uzakta, küçük bir dağ kasabasında yaşayan küçük biri oldum.
Hayır, bu olmadı.
Ne lanet olası yollar, ne lanet olası büyük insanlar, ne lanet olası büyük şehirler, ne lanet olası büyük evler var artık.
Ben düşlerini yaşayan küçük biri oldum.
Müge Koçak kimdir?
MÜ İşletme bölümü mezunu. Adana’da yaşıyor. Uzun bir süre Yaşam Dersleri sitesinde yazarlık yaptı. Öyküleri halen, www.edebiyathaber.com, Kayıp Rıhtım, Kil-tablet, epizotportal gibi mecralarda yayınlanmakta.Üzerinde çalıştığı bir öykü kitabı, kurgu rock’n roll hikayeleri ve çocuklar için hikayeler var. Özellikle, fantastik/korku türü kurgulara, kısa öykülere meraklı. Absürd edebiyatla yakından ilgileniyor. Kısa hikayeleri seviyor.
edebiyathaber.net (12 Aralık 2019)