Söyleşen: Meltem Kofoğlu
Senelerdir birçok derginin kurucu ekibinde yer aldıktan sonra Aksisanat Dergisi’ni çıkaran İsmail Cem Doğru’nun son kitabı Mühür Kitaplığı tarafından yayınlandı. İsmail Cem Doğru’nun “Bay Aksi” isimli mizah kitabı, şiir ve edebiyat ile ilgilenen herkese hitap ediyor Uzun yıllar boyunca şiirleri ve yazılarıyla edebiyatın içinde bulunan İsmail Cem Doğru ile“Bay Aksi” ve edebiyat üzerine konuştuk.
“Bay Aksi” isminden de anlaşıldığı gibi başınızdan geçen aksilikleri anlatırken bir yandan güldürüyor bir yan düşündürüyorsunuz.
Bay Aksi’nin başından geçenler aksilik midir? Emin misiniz? Mesela “Tolstoy’un Vasiyeti” onun başından geçmiş bir aksilik midir? Bir insanı aksi biri yapan şeyler aksilikler değil. İnsan aksiliklerle barışabilir. Ama bilinçli kötülüklerle barışmak şeytanla işbirliği yapmayı gerektirmez mi? Bir yandan gülerken bir yandan düşünme meselesine gelince; gülmek mesele değil. Son yıllarda düşünmeden güldüren metotlar üzerine uzmanlaştık. Düşündürmeye de benim gücüm yeter mi; bundan gerçekten emin olamıyorum.
Etkileyici ve mizahî bir dille romanınız büyük küçük herkese hitap ediyor. Edebiyat ve şiir ile ilgilenen herkese çok önemli mesajlar veriyorsunuz. Vermek istediğiniz en önemli mesajınız hangisidir?
Yeşili sev doğayı koru en sevdiğim mesaj. Ama mesaj vermek isteseydim 160 sayfa yazmazdım gibi geliyor.
Radyo ve televizyon programları yaptığınız dönemlerde de yaşadığınız olayları anlatıyorsunuz. Sizi en çok etkileyen olaydan bahseder misiniz?
1994 yılının ekim ayında Samandağ’da kurulan ilk özel radyo olan Anadolu radyoya iş başvurusunda bulundum. O gün çaldığım kapıyı açan hanımefendi ile yirmi yıllık mutlu bir evliliğimiz var. Radyonun sahipleriyle görüşürken birazdan tüm dünya tarafından tanımakla ilgili bir sürecin içine gireceğimi düşünüyordum. “Bir anons denemesi yapalım” dediklerinde heyecandan düşlerimin bağını koparmışım. Yatak odası ses tonundan bozma buğulu sesimle yaptığım ilk anons odadaki “bir kişi”yi büyülemişti. Ama ben tüm dünya etkilenmiş gibi hissetmiştim. Anonstan sonra işe kabul edildiğim bilgisi verildi. Radyodan ayrılırken kapıyı bana açan ve yirmi yıldır yanımda olan hanımefendi anonsu çok beğendiğini söylemişti. Kendisine bakarken kafamı kapıya çarptığımı hatırlıyorum. Sonra kapıyı açıp merdivenlerden inmeye başlamayı başardım. O sırada tüm ülkenin bu gizemli ses tonunun sahibini o an konuştuğunu düşünüyordum. Oysa radyo sadece Samandağ’a yayın yapabiliyordu ve benim anonsum sadece bir ses kaydıydı. Yani beni sadece 5 kişi dinlemişti. Ama bu bilgi bile mutluluğumu gölgelemedi. Uzun süre film yıldızları gibi sokaklarda gezdim. Dar bir çevrede dolaşırsanız teknik olrak ünlü sayılırsınız zaten. Bugünkü aklım olsa evden dışarı asla çıkmazdım. Düşünsenize evdeki herkes beni tanıyor. Yani popülasyon içinde tanınma oranınız yüzde yüz.
Televizyon ve radyo ile erken tanışmanın avantajları oldu. En azından çok erken yaşlarda sadece yaptığım işe odaklanmayı öğretmiş oldu. Ama toplum için geri dönüşü olmayan bir zihnin yorgunluk içerdiği de ortada. Bugün kimsenin izlemediği bir tv kanalı konularından kendilerini tv ekranlarında görmelerinin karşılığı olaran avuç dolusu paralar isteyebiliyor. Sanırım bu durum daha da tırmanacak.
Yazar ve şairlerin ürün verebilmek için özverili bir şekilde çalışmaya ihtiyaçları var. Bu yüzden birçok şeyden kendilerini kısıtlayıp yazmaya zaman ayırıyorlar. Ancak çevre bazen yazarın gösterdiği bu özveriye anlayış göstermiyor.Çevre etkisini aşabilmek için sizce ne yapmak gerekir?
Çevrelerini de yaptıkları işin bir parçasına dönüştürebilirler. Böylece herkes onlardan uzaklaşıp onları rahat bırakmayı tercih edecektir.
Bir de şairlere insanların bakış açıları bazen biraz ön yargılı olabiliyor galiba. Bu ön yargıyı yok edebilir miyiz?
Neden öyle bir şey yapalım ki. Bir defa o ön yargıların tamamı doğrudur ve gerisi de vardır. Şairi var eden de aynı şeydir. Bu ön yargıları köpürtmenin yolları hakkında konuşmalıyız.
Şairleri sadece şiir ile uğraşan kişiler olarak düşünenlerin sayısı az değil. Ülkemizde yazar ve şairlerin farklı mesleklerle de uğraştıkları bir gerçek. Çevrenizde şair kimliğinizi öğrenen insanların ne tür tepkileriyle karşılaşıyorsunuz?
Toplumun böyle bir sorunu olduğunu sanmıyorum. İkili iletişimler tamamen alış veriş odaklıdır ve şiir kimsenin sizden almak için sıraya girdiği bir şey değildir. Ayrıca bu duyarlı olunması gereken bir durum da değildir. Çevremde yıllardır herkes edebiyatla ilgilendiğimi bildiği için bir sürpriz oluşmuyor. Her meslekte şairlik ayırt edici bir kartvizit olabilir sadece. Mühendislerle ilgili konuşurken beni kastediyorlarsa “şair olan” diyor olabilirler. Çevrenizden yazan bir insan olarak elit bir tavır beklentiniz varsa bunun ucu hayal kırıklığına çıkabilir. Çünkü Türkiye’de edebiyat okuru bulunmuyor ve bunun oluşma şansı yok. Bizim kitaplarımızı almak ve okumak isteyenleri yeni birkaç kategoriye ayırabiliriz. Yeni Nazım’ını arayıp hayal kırıklığını sürekli dile getiren sınırlı bir edebiyat okuru -ki bunun da niteliği giderek düşüş eğilimi gösteriyor- var. Bunun dışında yazarıyla, şairiyle bir şekilde iletişimde olduğu için edebiyata okur olarak bulaşmış ve bundan haz almaya başlamış dar bir çevreden söz edebiliriz. Eş, dost çevresi, eğrisi doğrusuna denk gelip kitabınızı yanlışlıkla alanlar ve evde asla yüzüne bakmayanlar, şairler ve edebiyat ortamında kendine yer açma hazırlığı yapan nitelikli okur… Kitapların satış rakamları da bunu doğrulayacaktır. Ben bu anlamda şair gibi davranma hastalığına çözüm bulunursa hiçbir sorun kalmayacağı inancındayım. Sokaklar “şair gibi davranma” eğilimleri için fazla ıssız.
-Biraz da popüler kültürün içindeki yazarlardan söz edelim. Belli bir alt yapıya sahip olmadan yazdığı romanı binlerce satan yazarlar var ülkemizde. Bu kişiler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Edebiyat, kitap, yayıncılık, dergicilik, aynı yapının temel taşları sanılıyor ama bu bir türlü düzelmeyen bir yanılgı. Bunlar farklı şeyler ve hiçbiri devletin yasayla ya da kararnamelerle koruduğu birim ögeler değil. Ama edebiyat ortamı bunlardan rahatsızsa dönüp işlerin neden bu hale geldiğini tartışabilir. Eğer kitap süsü verilmiş paçavralar varsa bunun suçu bireysel kurtuluşları dışındaki hiçbir ayrıntıyı önemsemeyen edebiyat taifesidir. Siz akreditasyon ve bandrol konularını belli nitelik koşullarıyla güvence altına alamazsanız bir üretim korsanlığı kaçınılmaz oluyor. Sadece kitabın korsanı yok ki. İçerik konusunda korsan çalışmalar bulmak kolay. Bir kitapta yer, isimler, zaman, olaylarını değiştirip kurgu aynı kalmak koşuluyla süreci de biraz değiştirirseniz kim anlayabilir ne yaptığınızı. Bu yüzden kimsenin şikâyet etmeye hakkı yok. Tabi kültür bakanlığı ve konuya ilgilenmesi gereken, dili koruması için kurulup ödenek ayrılan kurumlar da buna dâhil. Hepsi aynı sürecin parçası… Sorumlular sorumluluklarını yerine getirmiyor ve edebiyatçı denetleme görevini yeterince doğru bir şekilde yapmıyor. Bu konuda söyleyebileceklerim bunlarla sınırlı.
Yazmak bir yetenek işi midir? Yoksa öğrenilebilir mi?
Toplum olarak putlaştırma eğilimimiz var. Bazen tapar gibi savunuyoruz, ama ne savunduğumuz belli olmuyor. Somut bir içerik oluştuğunda onun tüm süreçlerinin öğrenilebilir oluğunu düşünmek zorundayız. Öykü yazmakla ilgili tüm detaylar, şiirin tüm ana unsurları ve onu var eden ayrıntılar elbette öğrenilebilir. Ancak ortaya çıkan metnin niteliği ve tarihsel değeri bambaşka bir konu… Süreklilik içermesi de öyle. Yazarın neyle donandığı ve yeteneğini de ayrı bir yerde tutarak bakmak gerekli konuya. Sonuç itibariyle önünüze gelen metnin durumunu belirleyen çok farklı parametreler var ve yetenek bu öğelerden sadece biri. Ben, çalışmak yeteneği yener, diyenlerdenim. Yoksa edebiyat tarihine adını yazdırmış insanların tepeden tırnağa yetenekle donatılmış insanlar değildi her zaman. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum. Ama yeteneğinizin sizi tek başına bir yerlere taşıması mümkün olmuyor.
Peki, kitap çıkaran genç yazarların beklentisi ne olmalıdır size göre?
Kitap çıkarmak yetmez. Otursunlar, bir çay söylesinler ve o kitabı okusunlar…
Son olarak genç yazarlarımıza ve edebiyat ile ilgilenen herkese nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?
Önümüz kış. Sıkı giyinsinler, bir de zerdeçala önem versinler. Üzülüyor, inciniyorlar anladığım kadarıyla…
edebiyathaber.net (7 Ocak 2020)