İlkten cesaret isteyen bir şey gibi geliyor insana.
İki hecenin getirdiği çağrışımı düşününce öyle: git-mek…
Bense, nicedir, gidememeyi seçmiştim kendime. Gezginliği yurt edinmişken, düşlerime giren, yazarak, düşünerek sıklıkla dönüp durduğum çocukluk yurduma gidemiyordum bir türlü.
Uzaklığın, ayrı kalmanın ne anlama gelebildiğini düşünmek bir yana; asıl beni düş sanrılarının ateş çemberlerinden geçiren gidememek düşüncesiydi.
“Gidip gördüm ki ne viraneler var,” dememek içindi belki de gitmeyi sürekli ertelemem.
Çağımızda yeniden biçimlenen, anlamını bulan kavramalar olarak çıkar karşımıza gurbet, sıla, vuslat. Bir yanıyla göçü, göçmenliği; diğer yanıyla da sürgünlüğü anlatır her biri.
Bir yerden bir yere gitmek değişmek isteğinden kaynaklandığı gibi, zorunluluklarla da gelen toplumsal bir olgudur.
Kuşkusuz gitmek düşüncesinin ardında derin bir keder, kopuşun getirdiği öfke vardır. Belki bunu ilkten hissetmez, dışavuramazsınız. Ama bir zaman sonda sılanız gurbete dönüşünce özlemin ne anlama geldiğini öğrenmeye başlarsınız.
Edip Cansever, bir şiirinde, her ne kadar “İnsan yaşadığı yere benzer,” diyorsa da; ben insanın daha çok, doğduğu yere benzediğini düşünürüm.
Belleğinde sırlanan dil yetisi, duygu dünyasının renkleri, hayatı kavrama bilincinin ilk ışığı doğduğu yerin iklimi, dokusuyla siner onun ruhuna. Nereye giderse gitsin bundan kopması, ayrılması mümkün değil.
Hele hele yazıyı kendine uğraş edinen yazarların dille süren yolculuklarında çocukluk yurduna sıklıkla dönmeleri sanırım psikanalistlerin de açıklayabileceği bir olgudur.
Gene derim ki, insanın bir yurdunun olması güzel, anlamlı. Bir zamanlar kaçışınızı kurtuluş gibi de görseniz veya başka yerlerin çekim odağı sizi içine de alsa çocukluktan, çocukluğunuzun sırlı dünyasından kopmanızın mümkünü yok.
Ömrümün on altı yılının geçtiği Erzurum’dan on dokuz yaşında ayrıldım. İstanbul’a geldiğimde kendime yeni bir yurt seçtiğimi düşünmüştüm. Burada geçen üç yıllık bir çocukluğum olmuştu. Kopup geldiğim kentte daha çok zamanım geçti. Ama gelin görün ki, hep çocukluk yurdumun özlemiyle yaşadım. Kalemimin ucu hep oralarda gezindi.
Yeryüzünün neresine gidersem gideyim kentimi yanımda taşıdım. Baktığım her yerde oradan izler aradım. Yüzleştiklerimde oranın renklerini bulmaya çalıştım. Bir kokunun ardına düştüm bazen. Bazen de bir çağrışımın dervişi kesildim. Göğü kucakladığımı sandığım anlarda o yerin imgesine tutundum.
Sokaklarını, çarşılarını, karının engâh engâh yağışını, kardelenlerin uç verdiği mevsimi, fayton sefalarını, dağdan buz indiren buzcuların katırlarının çıngırak seslerini, Selçuki yapıların görkemli duruşunu, hamamlarını, çeşmelerini, bayram günlerini, kitabevlerini, insan yüzlerini, kahvelerini, dost söyleşilerini bir bir düşününce neden bu kente bağlandığımı anlıyordum…
Gittiğim her yer beni bu kente döndürüyordu kaçınılmaz biçimde. O özlem bendini aşan derin bir kedere dönüşünce, gidememenin engellerini kendimce yarattığımı görüyordum.
Bu, yitirdiğiniz eski sevgiliyi bir daha görmeme duygusunu yaşatır sizde. Onun o ilk imgesinin sizde saklı kalmasını istediğinizden yüzleşmek istemezsiniz.
O dayanılmaz olanı yenip yüzümü çocukluk yurduma dönüyorum sevgili okurum.
Biliyorum ki, gittiğimde “eski kent”in dışına çıkmayacağım. Görmek, hissetmek istediklerimin ardına düşeceğim. Yüzleşeceklerime kendimi hazırladığımı da söyleyebilirim.
Bir yere ait olmak duygusunun, bir kente bağlanmak düşüncesinden geçtiğini söylersem bunun bir abartı olduğunu sanmayın sevgili okurum.
İnsanın kendini tanımlayabileceği, kendine doğru yürürken bağlanacağı değerlerin, anılar birikiminin yolu o aidiyet duygusundan geçiyor.
Bir yazar olarak yazdığınız dil sizin yurdunuz olsa da, o dili biçimleyen, ona rengini, tınısını veren yaşadığınız dil/kültür ortamıdır eninde sonunda.
Yazdığınızın rengi, soluğu da oradan ağıp gelenlerle biçimleniyor. Siz, yeni/başkanın ardından giderken sözün tözünün ilk ve tek biçimini oradan aldığınızı zamanla görürsünüz.
Her yazarın bir yazı yurdu olması kaçınılmaz. Salt onu, yapıtını tanımlayabilmek için gerekli bir şey değildir bu. Kaçınılmaz olandır.
“Kar Masalları” öykü kitabımı, gidememe engelini kırıp gittiğim kentimde yazmaya başladım. Bir tren yolculuğuyla Doğu’ya dönmüştüm yüzümü. Dönerken de gene aynı güzergâhı izlemiştim. Haydarpaşa’ya geldiğimde, kitabın tamamlandığını görmüştüm.
Bu kez, beni o yere döndüren duyguda bu da var. Bir yanda romanımın coğrafyasına uzanacağım, diğer yanda da artık yazmadan edemeyeceğim kentimin kitabının labirentlerinde gezineceğim bir süre…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (7 Ocak 2020)