Terliklerini şıpırdatarak evden alelacele çıkan Fadik, taş merdiveni nefes nefese inerken telefonunu uzatmış bağırıyordu: “Amanıııın!.. Bakın, bakın fese resim koymuş.”
Kapının önündeki kameriyenin altında, demir ayaklı beton masanın etrafında naylon sandalyelere eğreti oturmuşlardı. Güneş asma yaprakları arasında ince şeritler çiziyor, rüzgâr söğüt ağaçlarının dallarında tatlı hışırtılarla dolaşıyordu.
Serin bir sessizliğin ardından hepsi ona döndü. Aşir, “Ne fesi ne resmi, kim?”, dedi.
Fadik bir eliyle, kayan başörtüsünü düzeltip masaya yanaştı. Telefonu ona doğru uzattı. Saklamaya çalıştığı bir muzipliği vardı.
“Gülbahar. Nikâh resmi, elinde çiçek, baş başa .”
Ali ters oturduğu iskemleden kalktı, ayağının dibinde dolaşıp duran horoza bir tekme savurdu. Horoz “Gurruk” deyip can havliyle kaçtı.
“Bok mu var, ne getiriyon onu masaya” dedi.
Aşir sırtını döndü. Fadik’in eli havada kaldı. Bir telefona bir dene olduğunu anlamayan annesine baktı.
“Haber soruyodunuz ya? İşte haber: Kız evlenmiş. Hemi de nikâh resmini fese koymuş. Bir de evlilik cüzdanının resmini…”
Hiç ummadığı bir zamanda böğründen hançerlenmiş gibi çıktı Aşir’in sesi:
“İyi, zil tak da oyna.”
Hürü Nine, merakla ama hayli temkinli, gözlerini kısmış, titrek başıyla telefona doğru uzandı.
“Ver hele onu.”
Fadik telefonu ona verdi.
-Bişey göremiyorum anam, hani nirde?” Yaklaştırınca gördü; yumuk gözleri açıldı, eliyle ağzını kapattı. “Abooov” dedi, elini dizine usulca vurdu. Yanlış bir şey söylemekten korktu. İçin için sevindi.
Nine, büyük kız Fadik, dul oğul Aşir, askerden yeni dönen torun Ali hepsi masanın başına toplanmışdı. Serin bir bahar sabahı. Etrafa dağılmış, köpek, hindi, horoz, tavuk ve açgözlü kediler… Büyük başlar ahırda, ortalıkta hafiften bir tezek kokusu… Dere, vadi boyunca aşağılara doğru alabildiğine yeşile kesmiş. Hava açık lâkin ortam ağır.
Fadik telefonu annesinden alıp ayakta bir süre daha baktı resimlere. Altında yapılan yorumları okumaya erindi.
“Amaan, ne diyelim, Allah mesut etsin.” Telefonu entarisinin cebine attı.
“Eyi, anladık, bi ayran özeyin de içelim,” diyen Aşir, konuyu dam ardına atıp derdini ferahlatmayı seçti.
O günlerde çiftliğin ziyaretçileri arttı. Herkes, pınardan iyi su doldurmaya gelme bahanesiyle dedikodu olacak malzeme devşirmeye çalışıyordu. Fadik isterdi ki su kesilsin de hiç kimse gelmesin.“Muslukta yok ki kirpeden kesesin”, diye mırıldandı.
“Aman anam bu neyin nesi. Nine sen ne diyon bu işe?”
“Ne deyim gızım, aha bunlar desin.”
Kuzen bu sefer iki çocuğunu da alıp gelmişti, eli bakraçta gözleri akrabalarında. Ses yok kimseden.
“Essah mı diyonuz? Gız gaçtı mı?”
“Gaçtı mı da ne. Yok, getti işte.”
“Kim yapacak onca işi?”
“Ben iderim,” diye fısıldadı Hürü Nine. Güneş vurunca yemyeşil parlayan yapışkan sinekleri eliyle kovdu. Hem mutsuz hem umutsuzdu. Kocasının ölümünden sonra;bembeyaz kadın kararıp kalmıştı. Yaşamı, açmamak üzere bir sandığa kilitlemiş, sessiz, ağır yazıda yabanda dolaşıyordu. Ara sıra dere kenarında yediği abur- cuburlardan ishal olmasa yaşadığının bile farkına varılmayacaktı.
Kuzen bakraçları kenara koydu, yeni bir şeyler öğrenme hevesindeydi.
“Fadik Abla fesde mi tanışmışlar ne? Nasıl olmuş?”
“He. Çeşme başında tanışacak değiller ya. Nidek bacım, saz başladıktan sonra ayar yapılmaz, diyek bizde.”
“Hiç olmazsa nikâh gıymışlar. Üzülmen, sonu hayır olur inşallah.”
Kimse, Gülbahar’ın nüfus kâğıdıyla banka cüzdanını alıp öylece ilçeye doktora gidiyorum diye çıkacağını, oradan dolmuşa binip Niğde’ye kaçacağını beklemezdi. Ağıtlar, diz dövmeler, telefonlar- hiç birine yanıt yoktu- sonuç vermedi. Kız uçmuştu ya da kaçmıştı.
“Ne varsa bunda bir kitap okuma tutturdular, elli yaşından sonra,” dedi Aşir. Gülbahar’ın kırk beş yaşında olduğunu bilirdi. Laf biraz da kitap üzerinden Fadik’eydi.
Adamla sözleşip Niğde’de buluştuklarını, oradan Ankara’ya geldiklerini telefonda ablasına anlatmıştı. O kadar. Demek ki adamın onu sevdiği ve evlenmek isteği doğruymuş. Ama hiç yan yana gelmeden, elini tutmadan bu nasıl bir sevdaydı ki vedalaşmadan, onca yıllık ailesini terk etmeyi göze almıştı. Feste tanışmışlar, resimlerini paylaşmışlar, anlaşmışlar. Hepsi bu.
“Beni istemeye gelecekler,” demişti Gülbahar. İşte o zaman kıyamet kopmuş, damat adayının on yıllık hapisten yeni çıkan biri olduğu duyulmuş, durum iyice çıkmaza girmişti. “Mahpustan çıkan adam hak solumaz, gelmesinler,” diye kestirip atmışlardı.
Fesde fotoğrafın görünmesinden sonra ilk telefon Fadik’e geldi.
“Abla hamhalat bir adam değil. Nişanlısı ihanet mi ne etmiş. Bu da çekmiş vurmuş. Namus davası yani. Her insanın başına gelir.”
“Tamam, bacım da, ya yalansa dedikleri.”
“Hep yemin billah ediyo, valla.”
“Ederler hep ederler zaten. Ee, şimdi ne iş yapar bu adam?”
“İş vermiyorlarmış, o da Ulus’ta bir gazinoda bekçi olmuş. Adresi var. Geçici yani. Ailemizin şerefine uygun bir yer bulursam girerim diyor. Mühimce mevkii olan uzak akrabalardan biri varmış.”
“Evi barkı var mı anam nerde oturuyorsunuz?”
“ Keçiören’de iki odalı bir evde kirada oturuyoruz. Yaşı da benim emsal.”
“Allah dağına göre kar verir. Ne deyim, Allah yüzüne gülsün.”
Olan olmuştu. Çiftlikte bir süre moral bozukluğu sürdü, evlilik haberi gelince bahçeye su doldurma bahanesiyle gelip dedikodunun belini kıran ziyaretçi sayısı azaldı. Çiftlik işleri bir eksikle yine hayatın bildik akışına uygun şekilde sessizce yürüyüp gidiyordu. Köylük yerde hemen şaşılır sonra kolayca alışılırdı. Durulan dalganın üzerinde herkes yerini almaya başlamıştı. İneklerin sağılması, yoğurt, peynir ve yemek yapımı Fadik’e; hayvan gütme, ekin, yumurta toplama, bostan çapa ve sulama işleri Aşir’e kalmıştı. Ali yine serbestti. Gülbahar’ın eksikliği gitgide daha çok hissediliyordu.
O ise her gün eşiyle baş başa çektirdiği fotoğraflarını paylaşıyor, filmlerdeki gibi mutlu olduğunu söylüyordu. Taksitle buzdolabı, koltuk takımı almışlardı.
Telefona gelen fotoğraflarda Gülbahar’ın büyük ve hülyalı gözlerinden bir rüya içinde yaşadığı fark ediliyordu. Damat, bir celebi andırsa da katil olamayacak kadar yumuşak bakışlıydı. Kahverengi gözlüydü. Tıpkı Gülbahar’ın ki gibi… Pek yakışıklı sayılmazdı ama duruşunda insanın hoşuna giden bir ağırbaşlılık, bir ciddiyet vardı. Yeni terhis olmuş bir asker gibi yorgun, durgundu.
Asıl çıngar birkaç ay sonra – bu Gülbahar’ın bankadaki parasına kıyıp tüp bebekle hamile kalma düşüncesinin ardından- karı kocanın çiftliğe yerleşme isteğini bildirmesiyle koptu. Yine, kız kardeşine bu fikri verdi diye Fadik suçlandı. Bu işte parmağının olmadığını, kardeşinin gidişinin en çok onu yaraladığını, yalnız kaldığını anlatamadı. Yeni evlilerin bir gün çiftliği ziyaretleriyle bu tartışmalar daha da gergin bir boyut kazandı.
Fiat benzeri köhne bir arabayla gelmişlerdi. Hediye olarak kadınlara şal, erkeklere gömlek getirmişlerdi. Aşir’i tarladan çağırdılar. Bahçede masanın etrafında toplandılar. Damat hediyelerle beraber yanında getirdiği bağlamayı masanın üzerine bıraktı. Ortalık durgun görünüyordu ama Ali çiftliğin tek sahibi gibi sadece onların bir an önce defolup gitmelerine odaklanmıştı. “Ben eşkıyaya mal yedirmem,” diyor başka bir şey demiyordu. Aslında dağa taşa konuşuyordu. Yedekte beklettiği tok bir sesle “Akşamaca güneşin alnında yanıp kavrulalım, bir pavyoncu gelsin tarlalara gonsun.” dediği buydu. Sesinin kınında bıçak taşır gibi konuşuyordu. Damat, o iri yarı adam, bir toz yumağına döndü. “Senin hırsın dağlardan büyük,” dedi, sadece. İri vücuduna göre sesi pek inceydi. Aşir, öfkesini sigarayla besliyor, sürekli gülümsüyormuş gibi duran mavi gözlerini, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye çevirip külü silkeliyordu. Nine, döne döne Gülbahar’a nasıl olduğunu soruyordu. “Gül kokulu kızım, fidan boylum diye,” yanındayken söyleyemediklerini bir bir sıralıyordu. Gülbahar, derin bir sessizliğe gömülmüştü.
Gülbahar’a, “Sen gel burada otur ama damat katiyen bu aileye giremez,” dediler. Aşır ve Ali dedi bunları. Diğerlerinden ses yok, damattan da,o armağan horozu gibi süzülüyordu, çaresiz. Başını çevirip vadiye, buğday tarlalarına baktı.
Gülbahar’dan sadece “he, he” lafları çıkıyordu, ne olumlu ne olumsuz lakin öfkeli.
Bir ölünün başında bekleşen acılı insanlar gibi susuyorlardı. Sessizlik gereğinden fazla uzamış zaman havada asılı kalmıştı. Uzun bir yolculuğa çıkıyor havasıyla ayağına bot başına spor kasket ve gözlerine siyah gözlük geçiren damat masa üzerine bıraktığı sazı kılıfından çıkarmadan geri aldı, kalktı. Yakası boğazına dar geliyormuşçasına elini boynuna götürdü, sadece “ Haydi gidelim,” dedi. Gülbahar, ablasının paketlediği kitaplarını aldı, kağnı dayağı gibi sürüklenip ağlayarak arabaya bindi. Fadik, “Üzülme bacım kötü gün kararıp gitmez ya,” dedi. Hürü Nine dondu kaldı, ağzını kapattı. Mavi gözleri birbiri arkasından uzayıp giden bitimsiz sıradağlara çevrildi, burnunu çekti.
Karabaş kalkıp tüylü kuyruğunu ağır ağır sallayarak Gülbahar’ın peşi sıra seğirtti. Arabaya bindiler, biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak uzayan toprak yoldan tozutup ana yola doğru ilerlediler.
“Sen üzülme Bahtiyar” dedi Gülbahar, arazi inekler her şey üç kardeş üzerine, bizi yadırgı bellemesinler. Sen biraz sabret.”
Bahtiyar vitesi büyülttü.
Üç ay sonra telefon geldi Gülbahar’dan. Fadik’i arıyordu
“Abla ne haldasın, heç arayıp sormuyon?”
Sesinde hatır sormaktan öte bir sevinç vardı.
“Bağ, bostan uğraşıyoruz, bilmen mi bacım. Siz nasılsınız?”
“Sana müjdem var. Tüp tuttu, hamileyim.”
“Esah mı diyor. Ne ara oldu? Amanıııın!”
Karşılıklı bağrışmalar, çığlıklar, gülüşmeler telefonun dışına yamaçlara doğru yayıldı. Geçten geç Fadik akıl etti:
“Oğlan mı? Kız mı bacım? Belli mi?”
“Belli, belli. Oğlan, adı da Sümer olacak.”
“O ne öyle kız?”
“Bahtiyar istedi. Çiftliğin adını koyalım da çocuğumuz orada oynasın, büyüsün, ayağı uğurlu, kademli gelir,” dedi.
“Ne diyon sen gız?”
. . . . . . . . . . . . . .
“Alo Gülbahar.”
. . . . . . . . . . . . . . .
“Ahaaa. Ellaham şarjı bitti…”
Naki Selmanpakoğlu kimdir?
Hacıbektaş doğumlu. GATA’dan emekli olup halen bir özel hastanede Plastik Cerrahi Uzmanı olarak çalışıyor. Öyküleri; Lacivert, Sözcükler, Edebiyat Haber, Edebiyatist dergilerinde yayımlandı.