Cortazar’ın “Ötekinin Rüyası” öyküsünü okuyorum geceden gündüze geçer, güzden bahara erişir gibi!
Alıyorum oradan iki sözcüğü;
- endişe
- sabırsız
Sonra ne anlamda ilerleyebileceğini de düşünerek anlatıcının, gene iki sözcüğünü yazıyorum:
- hatıra
- yokluk
Bunları aklımda tutarak ilerliyorum. İyi anlatıcıların yaptığı da biraz öyledir, size bazı sözcükleri verir, kimi imgelerden söz eder. Ele vermez anlatısının sırrını öyle.
Ne anlatana ne de kahramana yakın uzak durmanız gerekmiyor. Gene de bilin ister söz edilenle edilmeyeni, var olanla olmayanı…
Yazıyorum şunları da bir yere:
- Lucio
- Lainez
- Mauricio
“Sadakat” sözü ilendiriyor beni. Ne çok şeyi çağrıştırıyor sonra; “döküntü”, “koparma”, “öfke” ile yan yana gelince her biri.
Yazıyorum gene bir yere:
- serzeniş
- barındırmak
Şu söz öbeğini alıyorum, üzerinde biraz düşünmek için:
“… Sen gidince kendimi sanki hüküm giymiş gibi hissediyorum,”
Bir mektup yazıyorum dostuma. Bana, şu cümlenin çağrıştırdıklarını hatırlatıyor:
“Sen, en kötü düşlerde bile gülümseyişiyle bizi taciz eden o sevecen tanıklar türüne aitsin.”
Ona rüyamdan söz ediyorum, ama anlatmıyorum. Unuturum diye değil, ona gözlerine bakarak anlatmak istediğimi söylüyorum.
Şu sözcükleri sıralıyorum alt alta:
- kırılgan
- kısa ömürlü
- zararsız
- sonsuz
- ukala
- bürünmek
- çaresiz
- sevecen
- gönlümüz…
Anlatıda, Mauricio’nun beliren şu yanını seviyorum nedense:
“Sen en içine kapanık olanımızdın, diğer münasebetsiz sadakatlerin reddedildiği gibi reddedilmeyen bu zarif sadakati daha o zamanlar sergiliyordun.”
Bu, bana, unutulmamış ama yıllardır da görüşülmemiş bir dostluğu hatırlatıyordu. Daha geçen gün, bir yakınıyla konuşurken; onu andıkça burnumun direğinin sızladığını söylemiştim.
“Ara, konuş,” demişti…
Ben de, eşinin adını anarak;
“… ama O var,” diyebilmiştim…
Anlamıştı ne demek istediğimi;
“Peki, ben sizi bir yemekte buluşturayım öyleyse,” diyerek susmuştu; benim neden insanın insana gidemediğini anlatmam üzerine…
İzliyordum uzaktan Onu…
Çizdiği kedi resimlerini, portrelerini.
Gençlik dönemimizde de ne çok portremi çizmişti oysa. Ara ara dosyamı açıp baktığım da olurdu bunlara…
Sonra, şunu yazıyorum gene defterime:
“İnsan seninle konuşurken aynı zamanda yalnızmış gibi hissediyor, belki de bu yüzden insan seninle şimdi benim yaptığım gibi konuşuyor.”
Hayatı ve kendimizi ciddiye aldığımızı sandığımız günlerdi… Oysa buna daha zamanın olabileceğine akıl edemediğimiz çağlardı…
Yani biraz dalgacıydık o zamanlar. Ve hayatın hep böyle akıp gideceğini sanırdık… Ve biz hep böyle kalacaktık sanki!
İlk değişimi o dostum yaşamıştı evlendiğinde…
Sonrasında ise çözülmeler, uzaklaşmalar… Dahası terk ediş…
Deyim yerindeyse savrulmalar uç verdi ardı ardına…
Kopuşlar, çözülmeler insan hayatında böyle yaşanıyormuş çok sonraları farkında olduk.
Şimdi o çocukluk, ilkgençlik arkadaşlarımı tek tek sayacak değilim. Gene de birine dönerken diğerlerini hatırlamamam ne mümkün!?
Oyun ve eğlence zamanları…
Kederde ve sevinçte yaşanan anlar…
O uzun yol arkadaşlıkları…
Tutkulu yolculuklar…
Zamanın ruhunu birlikte hissedip yaşama anları…
Ve ortak yaşadığımız düşler vardı. Bir bir kopuk gelmiştik bu kente, ardımızda kalanlar da olmuştu…
Ve zamanla da; gidenler – kalanlar- unutulanlar – bekleyenler diye andıklarımız olmuştu…
Gene de bizi bize yakın tutan tutkularımız, ortak düşlerimizdi… “Kalanlar”ın safındaydık belki de!
O dostuma anlatmadığım rüyamı burada sana mı anlatmalıyım yoksa! İmbat esintisi gibi hala ruhumu sarmalayıp duruyor etkisi…
İzmir, Karantina ‘da bir yolcu gemisini bekliyorum. Sabahın nemli esintisindeyim. Limana erken gelmişim. Kahverengi valizim, bir de sırt çantam var. Canım çay içmek istiyor… Ama henüz limana yanaşmayan gemiyi kaçıracağımdan korkuyorum… Bir çayevi ararken, kendimi bir gazete bayiinin önünde buluyorum…
Satıcı bana:
“Gideceğiniz yerin haritası şu gazetenin içinde,” deyip onu almamı istiyor. Uysalca gidip bir çayevinde oturup haritayı açıyorum önüme… Elimde bir kalem çizip duruyorum bir yerleri…
Haritayı katlayıp cebime koyarken, vazgeçip yeniden açıyorum; bu kez Marsilya – Bordeaux ve Nice üçgenini kalın çizgilerle belirtiyorum haritada. Bir bölge beliriyor hemen. Başımı kaldırdığımda, haritaya gölgesi düşenin kim olduğunu seçmeye çalışıyorum.
Tanımadığım genç bir kadın, kısa saçlı biri, sırtında çantasıyla gülümseyerek:
“Vapuru kaçırdınız. O harita işinize yaramaz artık, bana verir misiniz,” diyor. Şunu da ekliyor, masamın üzerine bıraktığı kitabı göstererek:
“Ben de size bir Attila İlhan kitabı verebilirim bunun için…”
Açıyorum kitabı, “Yanlış yaşamak” şiirini okumaya başlıyorum… Kadın kayboluyor bir anda, o uzunca süre görüşmediğim dostumun sesini duyuyorum:
“Ses tonun hiç değişmemiş…”
Ter içinde uyanıyorum birden…
Rüyamda kâbus yaşatanın ne olduğunu ise unutmuştum!
Anlatılan rüya unutulur, bunu biliyordum.
Gene de tutup dostuma yazdığım mektubun sonuna şunu alıntıladım:
“Hem gecenin hem de benim ondaki mevcudiyetimin sebebi anlaşıldı.”
Aramızda sırlı bir dildi “sevmek”… Bunu da imgelerle anlatıyorduk birbirimize. Uzaklardaydık, belki de bundan.
Ama belleğimizde taşıdıklarımızı da böyle yazarak anlatıyorduk birbirimize…
Ara ara, rüyalarımdan söz ettiğim de olurdu O’na.
Bir sese dönüştüğümüzden söz ederdi birbirimize yazarken…
Ve bazen de uzaklaştığımız kıyılara dönmeyi bize yaşattığı için bunları yazıp anlatmayı seviyorduk.
Bir de hiç söylenmeyeni söylemek…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Ocak 2020)