Topal değildi ama baston kullanıyordu. Kuru bir meşe dalına benzeyen upuzun, incecik vücuduyla uyum içindeydi bastonu. Öyle ki, uzaktan göründüğünde, kollarından birinin, bilekten sonra hastalıklı bir şekilde incelerek yere kadar uzamış olduğu izlenimi bırakıyordu. Sopayla eli arasında organik bir bağ vardı sanki. Onunla dokunurdu ilgi alanına giren her şeye. Canlı-cansız, rütbeli-rütbesiz fark etmezdi. Kimi zaman tekmil veren bir askerin kafasında eğri duran kepi düzeltir, kimi zaman karşısında hazırolda bekleyen emir subayının yana yapışık ellerinin aralıklı kalmış terli parmaklarını ufak dokunuşlarla bitiştirirdi. Bazen birlik içinde yolda yürürken, asfalta düşmüş küçük bir taş parçasını güçlü bir vuruşla yolun kenarına fırlattığı ve golf oynayan soylu bir İngiliz asilzadesi gibi elini gözlerinin üzerine siper ederek taşın ardından uzun uzun baktığı görülürdü.
Memleketin ücra bir köşesindeki bu küçük birliğe tayini çıktığı günlerde, önemsiz bir trafik kazası geçirmiş, dizini çatlatmıştı. O ara bastonla yürümek zorunda kalmış, ilk günler utanarak, sıkılarak taşıdığı, kendini eksik hissettiren sopa, bir süre sonra erkini mahiyetindeki her türlü varlığa göstermekte aracı olarak kullandığı çok kullanışlı bir vasıtaya dönüşmüştü elinde. Öyle bütünleşmişti ki onunla, iyileştikten sonra da bırakamamıştı bir türlü.
Bir albayın bastonla dolaşması aslında çok yadırganacak durumdu, ama insanların kendisi hakkında ne düşüneceklerini hiç umursamıyordu artık. Birliğin komutanıydı nihayetinde. İstediği gibi davranırdı. Kimseye hesap vermek zorunda değildi. Kafasını taktığı hiç kimse veya nesne kurtulamazdı ahşap uzantısının gazabından.
Hafızasının oynadığı oyunlar da olmasa gücünün zirvesinde olduğu bir dönemi yaşıyordu. Unutkanlığı dışında yolunda gitmeyen hiçbir şey yoktu hayatında.
Güneşli bir ilkbahar günü canı sıkıldı odasında oturmaktan. Rutin işlerini bitirmişti. Herhangi bir konu bahane edip adamlarını toplantıya çağırmak için geç bir saatti. Havanın da güzelliğine kapılarak, birliğini şöyle bir dolaşmaya karar verdi. Ara sıra yapardı böyle habersiz, ani teftişleri. -Gerçeği arıyorsan, sessizce, hiç ummadığı bir zamanda yaklaşmalısın ki ona, ürküp kaçmasın senden, derdi astlarına nasihat verirken.
Er yemekhanesini ziyaret etti önce. İşlikleri, reviri, asker hamamını denetledi. Yolunda gitmeyen bir şey var mı acaba diye, hükümranlığına ait arazinin ve binaların her bir köşesini bastonunun ucuyla yoklayarak, sivri çenesi hafifçe yukarıda, yaşlı ama dinç gövdesi dimdik vaziyette, ciddiyetle kontrolden geçirdi.
Uğradığı her yerde bir telaş bir patırtı kopuyor, sorumlu personel önü arkası sıra koşuşturup, çalışmaları hakkında bilgi veriyor, birimlerini en iyi biçimde temsil etmeye gayret gösteriyorlardı.
Etrafında pervane olan insanlar keyfini yerine getirmişti.
Genelde gelen geçenin eksik olmadığı bina önlerinde, birlik içi yollarda, kantin civarında kimsecikler yoktu. Onu uzaktan görenler pırnı pırnı olmuş, tehlike geçene kadar, bulabildikleri en yakın deliğe gizlenmişlerdi.
Araç bakım-onarımlarının yapıldığı oto kıtasını denetleyip binanın arka kapısından açıklığa çıktı. Şimdiye kadarki durumdan hoşnut bir şekilde, olduğu yerde hafifçe sallanıp, taze bahar havasını içine çekti. Mazot ve yağ kokusundan sonra yeni biçilmiş çimen kokusu iyi gelmişti. Birliğinde tam bir huzur havası hakimdi. Gözlerini kısıp etrafı inceledi bir süre. “O da ne?!”, diye dikkat kesildi birden. Kalın gövdeli çam ağaçlarından birinin gölgesinde, yemyeşil otların üstünde gördüğü bir karaltıydı onu merak içinde bırakan şey. Yavaşça yaklaştı ve bastonunun ucuyla karaltıya dokundu. “Bu… Bu bir asker! Mehmetçik!”, diye düşündü şaşkınlıkla.
Az ötedeki ağacın arkasında çim biçme makinesi ve yarısı doldurulmuş, büyük bir çöp torbası görünüyordu. Binanın pencerelerinde insanlar birikmiş, kaygı içinde olacakları izliyorlardı.
Sopasını tıknaz gövdenin üzerinde yavaşça gezdirerek, “Hem de benim İngiliz çimlerimin üzerinde! Kocaman, pis bir kurtçuk gibi kıvrılmış uyuyor, horulduyor! Belki de… Aman tanrım, belki de osuruyor!”, diye geçirdi aklından. Dehşet içinde kalmıştı. Hiddetle bastonunu kaldırdı, askerin sırtına indiriverdi.
Rüyasında kendini, köyünün kekik kokulu çayırlarında sere serpe uyurken görmekte olan memetcik can havliyle öyle bir fırladı ki yattığı yerden, komutan bile ürktü hasmının bu çevikliğinden ve bir adım geriye kaçıp gardını aldı hemen. Vücudunu hafifçe yan çevirdi ve bastonunu kılıç gibi tutarak, az sonra vuruşacak olan bir şövalyenin asil duruşuyla, diğer eli belinde pozisyonunu sağlamlaştırdı.
Delikanlı daha iki ayağının üzerine dikilemeden tanıdı büyük kumandanı. O şaşkınlıkla, sesini içine çekmeyi bile düşünemedi. -Siktiiiiir. Baston bu bee… İşte şimdi sıçtık! diye koca adamın yüzüne yüzüne höykürüp, olay yerinden anında topukladı. Ayakları götünü döve döve koşmaya başladı.
Birlikteki bütün personelin kendi aralarında Baston diye dalgaya aldıkları, ama onun yanındayken veya ona belli bir mesafedeyken -ki, bu mesafe genelde görüş mesafesiydi- korkudan tir tir titredikleri komutan da, yaşından beklenmeyen bir deparla densiz askerin peşine düştü.
Önde asker, arkada komutan ve ortada havayı yara yara ilerleyen sopa, epey bir koşuşturdular birlik sınırlarının içinde. Sonunda arayı iyice açan yorgun asker kendini bir binanın içine attı ve gördüğü ilk kapıdan içeri daldı. Bu oda, birliğin, albaydan sonraki ikinci adamı, yarbaya aitti. Yumuşak huylu, babacan, askerleri evladı gibi gören, bu yüzden de eratın hiç iplemediği bir adamdı bu yarbay.
Asker, kendini hemen yarbayın iki kişiye sığınak olabilecek büyüklükteki, devasa maun masasının altındaki boşluğa attı. –Beni saklayın komutanım. N’olur beni ona teslim etmeyin komutanım, diye alçak sesle yarbayın bacaklarının dibinde yalvarıyor, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu.
Yarbay, lacivert kapaklı büyük bir klasör içerisindeki pembe karton dosyalara gayet özenle yerleştirilip, ayrı ayrı ataçlanmış çok önemli evrakları imzalamaktaydı o ara. Pek şaşırdı, bir o kadar da korktu aniden odasına dalıp masanın altına saklanan küçük askerden. Fakat güçlükle de olsa, bir yarbaya yaraşacak şekilde, soğukkanlılığını muhafaza ederek, ilk şaşkınlığı ve korkusunu hemen savuşturdu. –Ne oldu oğlum? Nedir bu hal? Neden saklanıyorsun? dedi ayaklarının dibinde titreyen kütleye. –Baston peşimde komutanım, ne olur beni ele vermeyin! diye yalvarmaya devam etti çocuk. –Siktiiir, dedi yarbay. Yüzü bulutlanmıştı. “Baston bu herifi burda yakalarsa benim de ağzıma sıçar!”, diye düşündü çabucak ve şişman gövdesinden beklenmeyen bir çeviklikle kocaman deri koltuğundan aşağıya atlayıp mehmetçiğin yanına siper aldı. Öylece, bir süre sıkış tepiş saklandılar masanın altında.
Kimsenin gelip gitmediğini gören ve yeterince zaman geçtiğine kanaat getiren yarbay bir süre sonra ahlaya oflaya çıktı sığınaktan. Bacakları uyuşmuş, boynu tutulmuştu. Ondan hemen sonra da asker çıktı. Yarbay oğlana, -Bu olaydan herhangi birine bahsettiğini duyarsam askerliğini yakarım senin evladım! Hadi git şimdi koğuşuna, dedi ve koltuğuna oturup, masanın üzerindeki evrakları imzalamaya koyuldu kaldığı yerden.
Asker koğuşun kapısına vardığında, yatakhaneyi teftiş etmiş ayrılmakta olan komutanla karşılaştı. Korktu. Hemen hazırola geçip selam durdu. Tekmil vermeye başladı. Albay, karşısında titreyerek, avaz avaz künyesini haykıran mehmetçiğe doğru muhabbetle baktı. Bastonunu sevgiyle, hafifçecik çocuğun göbeğine dürttü. –Göbeğini içeri çek, dik dur asker! deyip, yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle uzaklaştı oradan.
Çiğdem Özerdoğan kimdir?
1966 doğumluyum. Elektronik Mühendisiyim. Bir kamu kuruluşundan emekliyim. Ankara’da yaşıyorum.
edebiyathaber.net (30 Ocak 2020)