Sabahleyin evden yarım saat geç çıktın. Seni beklerken, belki de hayatımda ilk kez korktum. Varlıkla yokluk arasındaki sınır, ince bir çizgiden ibaretti. Tanrı bana son bir şans vermiş, tutunabileceğim cılız bir dal parçası uzatmıştı. Ama her an pişman olup geri çekebilirdi. Bu, bir balığın parmaklarımın arasından kayıp gidişi gibi olurdu. Sen gidersen, geride yalnız hayalin kalırdı. Beynime kazıdığım, sana ait kesik görüntülerden oluşan bir hayal. Pul pul, pırıl pırıl…
Beklerken, seni ilk tanıdığım günleri düşündüm. Bütün erkeklerin gözdesiydin. Ve bütün kadınların korkulu rüyası… Kimi kocasından kıskanırdı, kimi sevgilisinden. Üsküdar’ın en zengin, en yakışıklı erkekleri, tek bir hareketine bakardı. Dışarı çıktığın an yollara dökülürdü hepsi.
Kasiyerlik yaptığım mağazanın yanındaki reklâm ajansında çalışmaya başlamıştın. İşe seninle gider, seninle dönerdim. Sık sık balkona çıkardın sigara içmek için. Günün hangi saati nasılsın, bakışlarından anlardım.
İş çıkışı çarşı pazar yapardın. Mor bir gömlek almıştın o günlerden birinde. Sonra gidip gömleğe uysun diye aynı renk ruj bulmuştun. Ne çok severdin o gömleği. Çünkü sana çok yakışırdı. Sen seviyorsun diye ben de severdim. Yüzün azıcık asılsa günüm kötü geçerdi. Gülüşlerin mutluluğum olurdu. Sen beni hiçbir zaman görmezdin.
Çizdiğim ilk ağaç resmini hatırlıyorum, kökleri vardı. Böyle olmaz demişti annem dışarıdaki ağacı gösterip. Köklerini görmüyoruz; sadece gördüğünü çizmen gerek. Yaşamın görüntü odaklı olduğunu ilk o zaman anlamıştım. Her şey bu mantığa göre kurgulanıyordu. Bense içsel bir dünyada kıvranıp duruyordum.
Çevrendeki onca erkeğe rağmen, senin gözün yalnız onu görürdü. Ümraniye’de, oturduğum apartmanın tam karşısında, dubleks evi vardı. Uzun boylu, sarışın bir adamdı. Ağzı, çok iyi laf yapardı. İlk bakışta anlaşılırdı çapkınlığı. Aşk gözünü kör ettiğinden olsa gerek, fark etmezdin. Haftada iki kez ona giderdin. Perdeleri gece gündüz açıktı. Elimde dürbünle, izlerdim sizi.
Önceleri zararsız bir zevkti bu benim için. O seni öpüp okşarken kendimi onun yerine koyardım. Aslında üç kişilik bir aşk yaşardık. Ne sen ne de o bilirdiniz bunu. İliklerime kadar aşka doyardım.
Senin yokluğunda eve başka kadınlar gelirdi. Onları da seni sevdiği gibi severdi. Çıldırırdın her fark edişinde. Gözlerin şişene kadar ağlardın. Seninle birlikte ben de ağlardım. Sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ederdin. O seni öpünce, bütün öfken biterdi.
Yüzün bembeyaz şimdi, ölü yüzü gibi. Üzerindeki kırmızı palto bu beyazlığı daha da ön plana çıkarıyor. Seni daha önce hiç makyajsız görmemiştim. Belki de bu yüzden böyle hissediyorum. Saçlarını özensizce toplamışsın. Ne çok değiştiğini düşünüyorum. Geçip giden iki yılın senden ne çok şey götürdüğünü… Ama aşkım zerre kadar azalmadı bunu bil. Çünkü ben seni hepsinden farklı sevdim.
Yine eskilere gidiyor aklım. Onun peşinden koşup durduğun günlere. Hani kadınlardan biriyle basmıştın. Dönerken gözlerin birer ateş topuydu. O gün ilk kez göz göze gelmiştik tesadüfen. İçim sıcacık olmuştu. Elini tutup tam seni seviyorum diyecekken, hıçkırıklara boğularak uzaklaşmıştın.
Yaşadığım hayal kırıklığı, her zaman olduğu gibi beni çocukluğuma götürmüştü. Annem yine söylenip duruyordu. Ayaklarını dışa basma, sırtını dik tut, karnını içine çek, sağ omzunu düşürme, bileklerini kapat, bacağını indir, cevap verme… Böyle zamanlarda beni, ne oynadığım mutluluk oyunu rahatlatabiliyordu, ne de hiç yanımdan ayırmadığım altıpatlar tabancam…
Yanlış yapmamak için nasıl davranacağımı şaşırıyordum. Ne yaparsam yapayım, olmuyordu işte! Oturmasını, kalkmasını, yürümesini, konuşmasını bilmeyen, yeteneksizin biriydim ben. Bir kadının yapması gereken yemek, bulaşık, temizlik, ütü, becerebildiğim işler değildi. Sanki bedenim bile diğerlerinden farklı bir kalıptan çıkmış gibiydi.
Mutlu olmak yine de çok kolaydı. Mesleğime odaklanırdım, evime, eşyalarıma, giysilerime, makyaj malzemelerime… Kendimi tam olarak başarılarıma kanalize ederdim. Gözlerimi kapatıp düşünürdüm: Zekiyim, güçlüyüm, popülerim… Birkaç dakika sonra kafamda uzun süredir temasını yitirmiş kabloların birleştiğini ve hayatımın ışıl ışıl olduğunu görürdüm.
Bu oyun, gerçekten de işe yarıyordu. Tek kötü yanı, beynimdeki bütün kanallar açıldığında kendimi yaşamın merkezinde görmemdi. Dünyanın en mükemmel, en kültürlü, en yaratıcı ve en eşsiz şahsiyeti ben olurdum. Herhangi bir konuda uzun uzun konuşabilir, ya da küçük bir espriye dünyanın en komik şeyiymiş gibi saatlerce gülebilirdim. Ta ki çevremdeki herhangi bir uyarıcı, hepsinin hayal olduğunu hatırlatana dek…
Sonrasında sana dokunmayı bir daha aklımdan bile geçirmedim. Seçimlerimizde özgür değildik. Zaten aşk imkânsızı istemekti. Kavuşmak yoktu belki de doğasında. Ölümüne sevmek vardı. Üstelik biliyordum ki, sevmezdin, istemezdin beni. Sıskaydım, çirkindim, hepsinden önemlisi, tehlikeliydim. Kocam ayrılırken böyle söylemişti.
Kavga ettiğiniz günlerin birinde, aniden ortadan kaybolmuştu hani. Deliler gibi her yerde O’nu arıyordun. Hiç kimse yerini bilmiyordu. Kaçırılmış olabileceğini söylüyordu insanlar, ya da öldürülmüş… Kadınlara verdiği acının bedelini ödedi diyen yoktu. Çünkü kimse O’nu benim kadar iyi tanımıyordu.
Üsküdar’ın en kuytu köşelerden geçiyoruz, en dar sokaklarından… Alakasız yerlere girip çıkıyoruz. Neden işe gitmek yerine, yağmurun altında dolanıp duruyorsun? Ve neden ıslanmana rağmen elindeki şemsiyeyi açmıyorsun? Aklıma gelen bütün soruları çabucak uzaklaştırıyorum kafamdan. Çünkü elimi uzatsam tutabileceğim kadar yakınımdasın. Çünkü yakınında olmaktan çok mutluyum.
Sen sadece onunlayken mutluydun. O sana sarılırken, seni öperken…. Saçlarına, tenine dokunurken, içine girerken… Aynı ellerin daha kaç kadına dokunduğunu, aynı dudakların daha kaç kadını öptüğünü düşünmezdin. Belki de sadece düşünmek istemezdin. Gözlerinin içi gülerdi ona bakarken. Ama o bütün kadınlara aynı bakardı. Ve aynı şeyi görürdü hepsinin gözlerinde.
Kimseye bakmadın ondan sonra. Bu yüzden, hep kendimi suçladım. Gözümün önünde eriyip gidiyordun. Ben sebep olmuştum bu hale gelmene. Kara sevda mıydı, neydi bilmiyorum, körü körüne tutulmanın adı…. Ama O, yanlıştı, imkânsızdı. Söyleyemedim bir türlü sana.
Peşindeyken ilk kez böylesine rahatım. Görünmezlik iksiri içmiş bir film kahramanı gibi. Hatta sana arzuyla bakabiliyorum. Tutkum, alev alev oluyor gözlerimde. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Aramızdaki mesafe, insan boyuna iniyor. Kokunu derin derin içime çekiyorum. Dudaklarını dudaklarımda, tenini tenimde hissediyorum. Ama sen, kendinde değilsin sanki. Varlığımı hala fark etmemen ne tuhaf… Sana bu kadar çok yaklaşmışken…
Birden bire O’nu evde izlerken buluyorum kendimi. Banyodan çıkışını hatırlıyorum. Sonra parfüm sıkışını… Saçlarını kuruturken keyiflenip ıslık çalışını… Giyinmeye bile gerek duymadan, seni bornozla karşılayışını… Kulaklarına fısıldadığı, duyamadığım ama hissettiğim aşk sözcüklerini… Seni yatağa atışını… Ya da belki başka bir kadını… Çünkü bir noktadan sonra bütün kadınlar sana dönüşüyordu.
O an her şeyi unutup yalnız seni düşünüyordum. Kokunu içime çeke çeke öpüp okşuyordum. Onun olduğun kadar benim de oluyordun. Sonrasında lanetler yağdırıyordum kendime. Böylesine aciz olduğum için ve böylesine çaresiz… Bile bile seni o adamın kollarında bıraktığım için…
Yağmurlu bir gecede evine gittim. “Onunla daha fazla oynama!” dedim. “Delicesine aşığım. Acı çekmesine dayanamıyorum.” Diğer kadınlar gibi içeri aldı beni. “Demek ona âşıksın, öyle mi?” dedi. “Bu dudaklarla mı öpeceksin? Bu minik parmaklarla mı dokunacaksın? Peki ya nasıl becereceksin onu?”
Ne şişkin bir egoydu bu! Aşkı bile tekelinde sanıyordu. Kadınlar değişecekti, saçlar, dudaklar, tenler… Özne her zaman o olacaktı. Ne eğitimin, kariyerin, kendi başına ayakta durabilmen anlam taşıyordu gözünde, ne de kişiliğin ve duyguların… Birey olabilmek için, ille de erkek olman gerekiyordu.
Sonra birden bire dudaklarıma yapıştı. Kıskıvrak yakaladı kollarımdan. Sıskaydım, çirkindim, hepsinden önemlisi, tehlikeliydim. Ama o bütün kadınlara aynı bakardı. Ve aynı şeyi görürdü hepsinin gözlerinde. Tıpkı bir böcek gibi ezilmeliydi başı. Tam da yakalamak için avına yönelmişken… Ben sadece olması gerekeni yaptım.
Şimdi O yok, yalnız ikimiz varız. Bir erkek gerekmiyor aşkı yaşamak için. Çünkü aşk cinsiyet gözetmiyor. Ne çıkar dededen kalma köstekli saatimi cebimde değil, çantamda taşıyorsam… Saatin sesi, kalp atışlarımla bütünleşiyor. Zamanım sana ayarlı, ayaklarım yollara… Tik-tak, tik-tak, tik-tak… Tek vücutmuşuz gibi aynı tempoda yürüyoruz. Sadece ikimizin var olduğu bir boyutta, zaman da biz oluyoruz, mekân da… Evrenler arasında asılı kalmış gibiyiz.
Sonra her şey birden bire kontrolümden çıkıyor. İçinde sadece ikimizin var olduğu bu hayali dünya, umarsızca üstüme yıkılıyor. Ani bir hareketle yola fırlıyorsun. Hayal meyal, etrafımızdaki insanların kopardığı yaygarayı ve fren seslerini duyuyorum. Son bir kez göz göze geliyoruz. Ardından ikimiz de ölüyoruz.
Beni hangisi öldürüyor bilmiyorum. Delip geçen bakışların mı, yoksa senin ardından, kendimi altına attığım o kamyonet mi? Yarın bütün gazeteler bizden bahsediyor olacak. Garip bir trafik kazasında hayatını kaybeden iki kadın… Bunun bir intihar olduğunu hiç kimse bilmeyecek. Zincirleme bir aşk intiharı…
Derince, 18 Aralık 2018
Ayşe Korkmaz kimdir?
1968 Konya doğumlu. 1991 yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdi. Konya, Sivas ve Kocaeli illerinde Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı pek çok okulda matematik öğretmeni olarak görev yaptı. Yaşamını Kocaeli Derince’de sürdürüyor. Korkmaz ve Uzun soyadıyla çeşitli edebiyat dergilerinde şiir, öykü ve inceleme yazıları yayımlandı. İlk öykülerini Bir Düşe Bağlanmak (Romantik Yayınları, 2008) adlı kitabında topladı.
edebiyathaber.net (11 Şubat 2020)