Mustafa Orman’ın Everest’ten yayımlanan yeni öykü kitabı “Ovada Paldır Küldür”. Yaşamın içinde kaybolmayan ancak çoğunlukla izole edilen hayat hikâyeleri…
Üç öyküden oluşan kitapta çatlakları gün geçtikçe artan insan sorunsalının yanı sıra yaratılan karakterlerin var olan eksiklikleri üzerinden gelecek ve geçmiş arasında sıkışmış; umut, ezilmişlik, öfke, göç zemininde ve sınırlararası boşlukta mücadele verenlerin hikâyelerine değiniliyor.
Güçlü ve zayıf yönleriyle insan, hayatı kendine has yönleriyle görme çabası içerisinde. Labirentteki duvarlara çarptıkça ağırlaşan biçimleri fark ediliyor yaşamın. Dolayısıyla bireyi içinde hapis eden bellek; zamanın kolayca eskitemediği, kaydederek yerinde duran, vakti gelince iyisiyle kötüsüyle üstüne düşen ağrıları dillendiriyor ilk öykünün girişinde: “Şüphesiz ki, ona ve diğerlerine bellek verilmiş, kendilerinden intikam alsınlar diye.”
Yazar umut ve umutsuzluğun gerçekliğini şiirselliğe sığınmadan okuyucuya sunuyor. Yaşanmışlıklarımızı, sadece oldu diye hatırlatmayan bunun yerine her acıyı, ağrıyı kaldığı yerde tutan, öfkenin rahatlatıcı yanına da sığınan sonuçlara varıyor okuyucu. Herkesin bir gün sürdüğü izin başlangıcına döneceğini hatırlatıyor bir nevi. Orman’ın kurgusunda yaşadığı coğrafyanın imgeleri baskın görünse de insana biçilen çabanın küçük ayrıntılarının herkes için ortak payda olduğu hissediliyor.
“Her şeyi görüp kolladığını, dengede tuttuğunu söyleyen zamanın sahibine içten içe yakarmaları çoğalıyor.” Gerçek ve hayal arasında kalanların kavramakta zorlandığı, keskinliklerin birçok kavşakta bireyi yüzleştirdiği yalnızlıklar çoğunlukla zamanın sahibinin kim olduğu sorusunu akla getiriyor. Mustafa Orman, öykülerindeki olay örgüsünün arka perdesinde zamanın yapışkanlığının yani onsuz yapamayacağımızın mesajını veriyor. Dendiği gibi zaman her şeye çare olmuyor; kırılan, yarım kalan nice yaşanmışlığın ardında tüketilen bir kum saati yer alıyor. Sonlanan her yaşanmışlık da bir sonrası için değer biçme görevini zorunlu kılıyor. Bu noktada inandığımız her neyse belli bir süre sonra sancılı yanlarımıza dönüşebiliyor. Ayrıca olay örgüsü kişiye yönelik problemler üzerinden şekillenirken çarpık ilişkilerin bedene dönük çıkarımları da görülebiliyor.
Orman’ın öykülerinde her ne kadar erkek karakterler ön planda görünse de kurguların tamamında birleştirici gücün kadına dayandığını söyleyebiliriz. Özellikle Safiye karakterinin iç dünyasına eğilince bireye biçilmiş olan hayatın coğrafya tarafından nasıl sınırlandırıldığını görebiliyoruz. Bununla beraber yarım insan olarak ifade edilen eşinin bütün ihtiyaçlarını karşılama çabası içinde olan Safiye, aynı zamanda eşinin artık kullanamayacağı ayakkabılarına toprak doldurup çiçek ekerek nefreti ve umudu aynı sınıra taşıyor. Çok sık olmasa da yazarın öykülerinde bulundurduğu metaforlar okuyucuyu düşünmeye sevk ediyor.
İyi ve kötüye dair kırılgan noktalardan hareket eden kitapta alışkanlıkların ve değişimin mutlak manada bir kefaretle giydirilmesi ele alınırken “var olan”ın parçalanmışlığı yalın bir şekilde ana karakterler üzerinden sunuluyor. Bu bağlamda çok boyutlu anlatımlardan uzak durarak olayları genellikle bireyin fiziksel yetersizlikleri üzerinden anlatmayı seçiyor Orman. Bu noktada da cesareti kırılan insanların tekrardan yaşama tutunması için çeşitli diyaloglara yer veriliyor. Mustafa Orman’ın öykülerinde cesaretin hayata tutunmak adına önemini hissederken Balkanların kuzeyinde yaşayan halkların “Kolyada” isimli Pagan ritüeli geliyor akla. Ağaçları baharın gelişine hazırlayan yani bir çeşit cesaretlendirme vazifesi üstlenen bu bayramın doğaya biçtiği anlam ve değer, yazarın coğrafyasında insanlardan oluşmuş ormanlara evriliyor.
Öykülerde karakterlerin iç dünyasıyla çatışkısı ön planda olmasa da insanların bıraktıklarını hatırladıkça “etme bulma dünyası” deyiminin yerini bulduğu görülüyor. Hölderlin’inin “Hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş” ifadesi üç öyküde de baskın olan eksiklik duygusunun aslında okuyucuda bıraktığı duyguyu özetlemeye yeter gibi. Gürültülü bir anlatımdan uzak duruyor Orman. Anlatımdaki yalınlık ve gerçeklik duygusu okuyucunun anlamlı bir bütünlük sağlamasında kolaylık sağlıyor.
Yazar öykülerinin içinde ayrıca bir pencere açarak kısa hikâyeler anlatıyor. Anlatı içinde konumlandırılan bireylere bir nevi nasihat niteliği taşıyan bu kısa hikâyelerde yer edinen kimi ifadeler insan olabilmenin sadece anlama yetisiyle sınırlı olmadığını şu sözlerle vurguluyor: “Demek ki, anlamak için sadece dinlemek yetmiyor, hissetmek de gerekiyormuş.” Anlamak için hissetmek yetiyor mu? İnsanı sarmalayan anlam çemberi yeni sorularla halkayı büyütüyor.
Orman “Acının üzerinden zaman geçince seyircisi de azalıyordu” açıklamasıyla da toplumların kendi acılarına zamanla duyarsızlaştığını özlü biçimde anlatıyor. Fakat unutmanın doğal bir olgu olmasından ziyade Türkiye’de belli bölgelerde, belirli halklara yaşatılan sayısız ağrının, acının bilinçli bir yok sayma sürecine de değiniyor zannımca. Kaçınılmaz olarak yazarın metinlerine, yaşadığı coğrafyanın izleri yansıyor.
Kesişme adlı öykü “Biz, arada sıkışıp kalmış insanlar, tuhaf insanlarız; ne iyiliğimiz ne de kötülüğümüz bir şeye benziyor. İki insan, iki şehir, iki coğrafya, iki bahçe, iki dil arasında kalmanın tedirginliğindeyiz.” cümleleriyle başlıyor. İnatla, ısrarla bölünmüş bir gerçekliğin ortasında yaşayanların mücadelesini anlatırken sadece yarım insanların öyküleriyle sınırlı tutmuyor metinlerini Orman. Bu eserin 2015 yılında suikast sonucu hayatını kaybeden “Tahir Elçi’ye” ithaf edilmesi de ayrı bir anlam taşıyor. Bin yıllardır devam eden gerçeklerin puslu atlasına da fısıldamak adına…
Deniz Mahabad – edebiyathaber.net (13 Şubat 2020)a