Tık tık tık tık tık …. Biteviye bir ses. Kimi zaman kesilse de süregiden bu ses gerçekten çok itici. Buna itici demek yeterli değil aslında. Bu ses, şu yan taraftaki okulun bahçesinden gelen seslerle birlikte diğer dış sesler ve tabii benim kafamın içindeki sesler olmasa çıldırtıcı olabilecek düzeyde. Bizim apartmandan iki apartman ötedeki bir inşaat buna neden, inşaatın bize yarattığı ek toz da cabası.
Pencereyi kapatıyorum ve Ünlü Klasikler olarak çevrilebilecek cd yi koyuyorum cd çalara. Şimdi daha mı iyi? HAYIR…
Sadece iç sesim daha bir duyulur oluyor. Söyledikleri, zamanla ilgili şeyler genelde. ” Ne kadar da çabuk geçiyor, zaman” Böyle diyor, içimdeki ses sürekli.
Ne söyletiyor, bunu içime? Ne?
Dün bahardı. İlkbahar. Kuşların cıvıltılarıyla süsleniyordu önümde uzanan bahçe. Pencereme dallarını uzatmış kiraz ağacı bembeyaz bezenmiş duruyordu öylece. Ah, o ne güzellikti. Capcanlıydı her şeyiyle, yaprakları diri ve yemyeşildi. Beyaz çiçekleri fışkırmıştı adeta. Her pencereden bakışımda bir kiraz çiçeği cümbüşü selamlıyordu beni. Usul usul gelmişti bahar. Önce kokusunu duymuştum, sonra ağaçlara sinmeye başlamıştı ve en sonunda da her yere yayılmıştı. O bahardı.
Doğduğum yere, ilkbaharda yağmurun ve gök gürültülerinin eksik olmadığı o topraklara gitmek için büyük bir istek duymuştum o bahar da. Bir süredir işsizdim. Benim istediğim işler istemiyordu bir türlü beni. İstendiklerimden yana değildi benim de yüreğim: Bu bahar da böyle geçsin, diyordum. İdare ederdim bir süre, en azından sonbahara kadar.
Gittim. Kalabalık, ışıltılı caddeleri ve bahçemdeki kiraz ağacı yanında bana oldukça tozlu bir bahar sunan bu kenti bırakıp, ilk yuvama gittim. Sanki bir şeyler çağırıyordu beni. Ailem oradaydı hâlâ, ama onlar değildi çağıran. Gizli bir çağrıydı bu, hissediyordum.
Oraya vardığım gün çağrıyı kimden aldığımı anladım.
Annem
– Babaannen çok hasta. Sana haber verecektik zaten. İyi oldu geldiğin dedi.
Beni, babaannem çağırmıştı. O, ölüyordu.
Bizim evden, babaannemin evine yürüdüm. Yürüdüğüm sokaklar değişmiyordu hiç. Değişmeyen şeylerin var olduğu bir yerde olmak güzeldi. Güneş parlıyordu tepede, ötelerden denizin kokusunu duyuyordum.
Demir kapıyı iterek açtım. Eskimişti kapı, zor açılıyordu. İki yanında yıllarla birlikte eksilen ağaçların olduğu ince beton yoldan yürüdüm. Tahta kapıyı açıp ayakkabılarımı çıkardım, eve açılan diğer kapı açıktı, girdim. Girişte geniş mutfak vardı. İki katlı içi tahta döşeme, dışı beton bir evdi bu. Çocukluğumun ana mekânıydı, oyunlarım vardı her odasında, düşlerim vardı, anılarım.
Babaannem köşedeki divanda yatıyordu. Annem kapının yanındaki eski koltukta oturuyordu, karşısındaki divanda bir kaç komşu vardı. Selamlaşmadan sonra onun yatağının başına gittim. Annem hafızasının iyi olmadığını söylemişti. Üç gün önce birden büzülüp kalmış divanın üstünde. Zaten bir süredir, olayları karıştırıyormuş. O günse artık zihni de bedeni de doksan iki yıllık ömrünün yüküne dayanamamış. Ondan beridir bir gelip bir gidiyormuş aklı. Bedeni ise bir daha hiç toparlanamayacak kadar zayıftı artık.
Yanına gittiğimde bana baktı.
– Meryem, dedi, Meryem sen mi geldin?
– Evet, ben geldim, babaanne dedim.
– Ne zaman geldin?
– Bu gün. Nasılsın, babaanne?
– İyiyim. Sen ne zaman geldin?
Bir sorduğunu bir kaç kere soruyordu. Yemek yiyemiyordu artık. Şu pencerenin kenarındaki divanda ne çok oturup konuştuğumuzu düşündüm, onun yaşama karşı direncini, hayatta kalma azmini. On yıl önce ciddi bir kalp ameliyatı geçirmişti. O zaman da iyileşemeyeceğini düşünmüştük. Ama o iyileşmiş, evinde tek başına yaşamakta diretmişti. Bu ev onun yaşama kaynağıydı. İnatçı kadındı babaannem, son nefesine kadar da bu inadıyla yaşadı.
Şimdiyse tükenmişti artık. Bunun dönüşü yoktu. Zihni bu kadar karışık olmasa kendini toparlar, bütün gücüyle onu yatağa bağlayan zayıflığıyla mücadele ederdi, eminim. Ancak artık anıları onu rahat bırakmıyordu, her şey karmakarışıktı kafasında. O pencerenin ardında kim bilir kaç kere düşünüp durduğu anlar, anılar, durumlar, zamanlar ve kişiler dans edip duruyor olmalıydı kafasında. Çok yaşamıştı ve bunca yaşantıyı taşıyamıyordu artık. Yine de inatçıydı. Misafirlerin yanında ona yemek yedirmeye çalışırken, beni azarlamaktan geri kalmadı;
– Sanki ben yiyemez miyim?
Kaşığı elimden almaya kalktı, beceremedi. Zaten yemeğe de niyeti yoktu.
– Yemeyim, dedi, aç değilim.
Bundan bir kaç gün sonra, sabah saat 10 civarında, annemin ve başında dua okuyan Asiye Teyzenin yanında son nefesini verdi. O, koca bir çınardı, devrildi.
Şimdi sonbahar, yaz bitti. Babaannem yoktu bu yaz.
Çok değil, bundan beş ay önce çiçeğe durmuş olan kiraz ağacı yapraklarından soyunmayı beklerken bahçemde, ben onu özlüyorum. Ölümünü yeni yeni kabul ediyorum belki de. Zamanın hızla geçtiğini söyleyen iç sesim bu ölümle besleniyor sanki.
Bir şeyler yapmalı diyorum kendi kendime. Babaannemi ve beni sevindirecek bir şeyler yapmalı. Dışarı çıkmalı örneğin, dünyaya karışmalı, sonbaharın tadına varmalı.
Pencereden bakıyorum, güneş var hala dışarıda. Kapıya yöneliyorum. İşsizliğimin ve sonbaharın tadını çıkarmaya karar veriyorum.
Eylem Hatice Bayar kimdir?
1975 Sinop doğumlu. Şiir, yazı ve öyküleri çeşitli dergilerde yayımlandı, yayımlanıyor. Yazıya, onun iyileştirici gücüne, okumak ve yazmakla geçen bir hayatın anlamlılığına inanıyor.
edebiyathaber.net (18 Şubat 2020)