Sonsuzluk ve belirsizlik içinde yaşadığımızı söyleyebilir miyiz? İnsanın doğuş /göçüş zamanlarını düşünecek olursak, biraz öyle!
Gene de, her sözün bir eksik yanı, tamamlanamamış bir düşüncesi olduğuna inanırım.
İşte o nedenledir ki, sürekli yazar, anlatır, üretiriz. Eksik kalanı tamamlayabilmek için değil, tam tersi; yeni söylenebilecek sözlere kapı aralamaktır bu yaratma eyleminin amacı.
Gustave Flaubert’in anlatısındaki ölçüyü, ölçüsüzlüğü bilen bilir. Hele o (ünlü) önemli iki başyapıtı Madam Bovary (1856) ile Duygusal Eğitim’i (1869) karşılaştırdığınızda; birinde ölçüsüz gelenin diğerinde nasıl bir ölçüde grat bulduğunu anlarsınız.
Tıpkı müzikteki, özellikle de tonal müzikte, kadanslara göre yazıp yapıtını kurduğunu söyleyebileceğim Flaubert; anlatısındaki düşünsel tözün oluş, geçiş/varış biçiminde her kahramanın duygu ikliminin belirleyici olma özelliklerini öne çıkarır.
Üç “madam” Bovary’i de (anne/1. Eş/2.eş) oluşanla Madam Arnoux’nun esini olan Elisa Schlesinger’in gerçekliği, anlatıcı Flaubert’in de duygu iklimini anlatır bize.
Yani yazar/anlatıcı böylesi bir yaşam gerçekliğiyle yüzleşmeseydi; anlatılarındaki bu duygu tözünü yakalayamazdı.
Flaubert bir yanıyla da deneysel anlatıcıdır. Yargılandığı romanının davasında yargıca; “evet, Madam Bovary benim,” dedirten de duygu çöküntüsünü yaşayan bir toplumdaki insanın neden/nasıl mutsuzluğa sürüklendiğinin bir “ifşaatı”dır aslında.
Eğer bir toplumu duygu eğitiminden geçiremiyorsanız, insanına sevmeyi öğretemiyorsanız; hem ailede hem eğitimde, hem de sisteminizde bir/çok arıza var demektir. Hatta hatta yazılan/kurulan edebiyatında, sanatında da…
Vladimir Nabokov 1950’lerin Amerika’sında, gene aynı/benzer nedenle Lolita romanından dolayı yargılanırken; yargıca şunu demişti:
“Yanılıyorsunuz, ben aileleri uyarmak için yazdım bu romanımı!”
Hadi, şu sözünü de hatırlayalım… İlk gençlik aşkını dillendirdiği anlatısında söylediği, Flaubert’in “İnsan, dehası ve sanatıyla daha yüksek bir şeyi taklit eden sefil bir maymundan başka bir şey değil.”
Ama onun arayışını, sorgusunu da unutmamak gerekir. “Ölçüsüz arzu” deyip anlattığı şeyin verilemeyen duygu eğitiminin açlığından doğduğunu da gösterir bize.
İnsan ruhu/bedeni için yıkıcı olan, düşünce ve duygu ikliminde yaralar açan da bu işte.
Öyleyse nereden başlamalı?
Giderek ruh sağlığı bozulan bir toplum olduğumuz söylenir ki, bence bu yeni bir olgu değil. 1960’larda Orta Anadolu’da yedek subaylığını yapan Engin Geçtan çekinerek açtığı muayenehaneye ilginin yoğunluğu karşısındaki şaşkınlığının nedenini anlatmıştı. “Deli doktoru” diye nitelendirilen ruh hekimine ilgi yeni değil anlayacağınız.
Bense, bugün onun yanına öncelikle sanatı yerleştirmek, hatta ilk sıraya almak gerektiğini öneririm.
Eğer toplumu/insanı duygu eğitiminden geçirmek istiyorsak, ona önce sanat gerekli. Yani edebiyat, sinema, tiyatro, müzik, fotoğraf, yontu…
Eminim ki ruh hekimleri de, hapishane yöneticileri de rahat edeceklerdir.
Okullar ne yapacak peki derseniz?
Sanırım Bernard Shaw söylemişti: “Okula gitmek için evdeki eğitimime okul yüzünden uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım!”
O “sıkıcı okul”lara da yeni bir eğitim modeli gerekir bence! Ama öncelikle ailede başlayan duygu eğitimi…
Yani sevmeyi öğretmek. İnsanı börtü böceği, çevreyi, doğayı… Yaşama anlam katan, insan varoluşunu biçimleyen her şeyi…
Edinilen işi uğraşı sevmek… Edindiği mesleği, yaşadığı yeri, kenti ülkeyi sevmek…
Sevgisiz hiçbir şeyin başarılamayacağını öğretmek gerek.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Şubat 2020)