“…ve Külkedisi kaçarken pabucu ayağından fırladı. Ertesi gün Prens ayağı bu pabuca sığacak genç kızı aramaya koyuldu. Ülkenin tüm kızları, Prens tarafından beğenilmek için, ayaklarını daha ufak hale nasıl getireceklerinin çabasına giriştiler. İşte o gün bu gündür kadınlar, ayaklarını erkekler tarafından belirlenmiş kalıplara sıkıştırmaya çalışır. Erkekler ise ellerindeki ayakkabıya (düşlerindeki kalıba) ayağını (kendini) sıkıştıracak kadını arar; ayağı sıkışmış bir kadının ne denli gerçek, ne kadar huzurlu ve mutlu olup, mutlu edebileceğini bile düşünmeden…
Ve birlikte yalınayak yaşayabilmenin özgür keyfinden habersizce…
(Leyla Navaro – İki Boy Ufak Pabuç)
Seni öptüm; dudakların dümdüz duruyordu. Bu güneş fukarası kentin ünlü parkında, hiç konuşmadan yürüyorduk. Sözde on dört Şubatı kutlamak için geldiğimiz Londra’da düzenli kavga ediyorduk.
Hyde Parkın ortasındaydık. Bulutlar sinsice gökyüzünü işgal etmiş; yağmur, bir küheylan gibi rahvan başlamış, sonra tırısa kalkmıştı. Çevresi yemyeşil çimler, rengârenk çiçeklerle gelin gibi bezenmiş havuzların etrafında, aceleleri varmış gibi yürüyen tek tük insanlar vardı. Fıskiyelerden fışkıran sular, yağmurla dans ediyor gibiydi. “Daha ne kadar sürecek bu işkence? Yoruldum,” dedin. “Yaralıyım,” diye devam ettin. Sesin kanadı kırık bir kuşun yakarışları gibiydi. “Ben mi yaraladım seni?” diye sordum. “Farkında değil misin?” dedin, gözlerin dolunay kadar kocamandı.“Karşılıklı hatalarımız oldu. Geçmişe bir sünger çekemez miyiz?” dedim. “Artık tahammülüm kalmadı; yüreğimin ağırlığını ayaklarım taşımıyor,” dedin.“Hiç memnun olmadın; hep daha çok istedin. Giysilerime ve giysilerimin rengine, etek boyuna karıştın. Her yanlışımı eleştirmeseydin, daha kabul edici olsaydın. O gün giymeyi düşündüğün gömleğin ütülenmemişse, başkasını seçseydin. Ne olurdu?” “Sen de…” diye başlayacaktım ki sözcükler ağzımdan çıkamadı. Çimleri incitmek istemez gibi ayaklarının ucuyla yürüyordun. İki minik gözyaşı da yanaklarına doğru utangaç bir edayla yol alıyordu. “Yağmuru da, yağmurda yürümeyi de, çok severdim. Özellikle de yanımda sevdiğim adam varsa; artık bıkıyorum,” dedin. Gözlerinden ateş çıkmıyordu ama iyi bakmıyordun. “Beni sevmiyor musun?” diye ikinci aptal soruyu sordum. “Sen beni seviyor musun?” “Seni sevdim;yüreğim yerinden çıkacak kadar çok sevdim. Sen de aldıklarınla yetinmedin. Ufacık bir tartışmada odaya girip kapıyı kapatıyordun; susarak kepenkleri indiriyordun.” “Sorun konuşmak istemiyordum; kilitleniyordum,” diye sonlandırdın konuşmanı. Bakışların artık dostça değildi. Elini eski günlerdeki gibi sevgiyle sıktım; aldırmadın.
Yağmur yavaşlamıştı. Sessizliği bozmak için, “Çıkışa doğru yürüyelim mi?” diye sordum. “Konuşma köşesine gitmek istiyorum,” dedin. Şaşırma sırası bendeydi. Yağmur durmuş, güneş çıkmıştı. Ortalık bir anda ışımış; taze çimen kokusuyla, üzerinde buğusu tüten ıslak toprak kokusu birbirine karışmıştı. İnsanlar görünmeye, kuşlar saklandıkları mevzilerden çıkmaya başlamıştı. “Yağmur yeni durdu, köşede kimse yoktur; istersen bir yerde oturup bir kahve içelim,” dedim. “Köşeye gitmek istiyorum,” diye üsteledin. Ortadaki havuzu çepeçevre dolanan çiçekli yoldan, parkın kuzey köşesine doğru ilerliyorduk. Gittiğimiz yerde oturacak bank yoktu. Yerler sırılsıklamdı. Kinayeli bir biçimde “Bize neler oluyor?” diye sordum. Sağır ve dilsizler gibi suratıma baktın.
“İstediğin yere geldik, ne yapmak istiyorsun?” Çevrede kimsecikler yoktu. Yemyeşil çimler bir halı gibi asırlık çınarların ayaklarının altına serilmişti. “Göreceksin,” dedin buz gibi bir sesle. Yolu bitki örtüsünden ayıran çitlerin yanında durdun. Omzundaki kocaman çantandan katlanır mini bir tabure çıkardın. Yere koyup dikkatle üstüne çıktın. Sanki hayali bir kürsünün arkasında, nutuk atmaya hazırlanan politikacı gibi, konumunu kontrol edip, bedenini dikleştirdin. Tam karşında merakla ağzından çıkacak sözcükleri bekliyordum. Güneş arkandan vuruyor; saçların, esen rüzgârla aheste aheste dalgalanıyordu. “Beni hiç dinlemedin, duygularımı, hissettiklerimi hiç anlamadın. Bir zaman, her şeyin düzeleceğini, ilk günlerdeki gibi olacağına inandırdım kendimi,” diye devam ettin. Bana bakmıyor; hayali bir kalabalığın üstünde gözlerini gezdiriyor, gibiydin. “Canım acıyor, diye sessizce feryat ediyordum; duymuyordun. Yüreğime bir kurşun saplanmıştı; ölmemiştim; ama tüm duygularım felç olmuştu; farkında değildin,” diye soluklandın. Uzun saçların, alnının bir bölümüyle, yüzünün çevresini kömür siyahı bir çerçeve gibi kaplamıştı. Gece mavisi kocaman gözlerini kısmış; ruhsuz, dalgın, sanki kilometrelerce uzaktan bakıyordun. Yüzün gri bir boyayla boyanmış gibi solgundu. Çıkık elmacık kemiklerin ve etli dudaklarının üzerine birkaç tel saçın dökülmüştü. Şapşal bir yüzle seni izliyordum. “Sevgim seni şımarttı,”“Kurgulanmış bir robot gibi hep aynı kadın olmamı bekledin. Bazen sevinçli, bazen hüzünlü olabileceğim hiç aklına gelmedi. Her gün gülücükler saçarak kapıyı açan bir kadın aradın; kapı kulu aradın. Bulamayınca surat astın, ben de surat asınca, olay çıkarttın. Sustum; sessizliğimi baş eğdim, gibi algıladın. Oysa içimde fırtınalar kopuyordu; feryadım göğe yükseliyordu, duymadın. Çevremizde insanlar toplanmaya başlamıştı. Seni dinlerken yorulmuştum. “Dur bir dakika, lütfen,” diye araya girdim. “İçinde neler büyütmüşsün?” “Henüz bitmedi! Lütfen her şeyime karışma, kişisel alanıma girme,” diye, yalvardım; anlamadın. “Ben geri kaçtıkça daha geldin. Yeter artık dur orada, diye bağırdım; duymadın. Artık gidecek yer kalmadı, sırtım duvara dayandı. İstesen de daha fazla gelemezsin.” Göz bebeklerin ıslanmış gibiydi. Beni görmüyor, sanki uzaklara, çok uzaklara bakıyordun. “Başım dönüyor,” derken, tam dibinden elektrikli testereyle kesilmiş koca bir ağaç gibi devrildin. Bayılmadan hemen önce yakaladım. Kırılacak bir eşya gibi özenle tuttuğum kafanı dizlerimin üstüne yatırdım. Birçok insan aynı anda başımıza üşüştü. Her kafadan bir ses çıkıyordu. “Ambulans” dedim. “Acilen bir ambulans çağırabilir misiniz?” Hemen herkes aynı anda cep telefonlarına sarıldı.
Hastanede aşırı stres ve yorgunluk dediler. Kısa bir süre gözlem altında tuttular. Otelimize dönünce yatağa yatırdım. “Üşüyorum,” diye fısıldadın. İçerideki –küçük süit bir dairede kalıyorduk- dolaptan en kalın battaniyeyi seçip, üstüne örttüm. Işığı kapatıp salona geçtim. Mini bardan bir bira alıp, yudumlamaya başladım. Onu ilk kez çok sevdiğim bir arkadaşımın doğum gününde görmüştüm; benim gibi yalnızdı. Herkesin gözü üzerindeydi. Beyaza yakın kumral tenliydi. Dikkat çekecek kadar etli dudakları, kapkara saçları, uzun boynunun üstündeki oval yüzüne, farklı bir anlam katıyordu. Koyu mavi iri gözlerini tamamlayan uzun kirpikleri, incecik bir yarım daire gibi siyah kaşlarıyla, Rönesans dönemi heykeltıraşlarının elinden çıkmış, muhteşem bir tablo gibiydi. Aylarca peşinde koşmuş, evlilik teklifime evet dediği gün, sevinçten havalara uçmuştum.
Dolaptan bir battaniye de kendim için alıp, kanepenin üzerine kıvrıldım. Uyandığımda hâlâ uyuyordu. Yatak odasının kapısını açtım; tavanda sabit bir noktaya bakıyordu. “Geçmiş olsun, iyi misin?” diye sordum. Başını evet anlamında salladın. Perdeleri kenara çektim. Soluk benizli bir ışık kapladı odayı. Banyoya girmek için ayaklandın. “Kahvaltıyı odaya söyleyeceğim,” dedim. Sesin çıkmadı. Karnımızı doyurduktan sonra keyif kahvesi içiyorduk. Bir yandan da Hyde Park’ta yaşadıklarımızı konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı, o netameli konuya nasıl geldi; hatırlamıyorum. “Beni çok bunaltıyorsun,” dedin. Gözlerim bir süre odanın içini dolaştı. Tam karşımızda yerden bitme bir buzdolabı, yanında Flamingo kuşunun boynunu andıran vazonun içinde yapma bir gül, zeminde öylesine ortaya atılmış gibi duran minik bir halı duruyordu. Kanepenin önünde servis arabası vardı. Sana döndüm, “Ben de çok bunalıyorum. Sabrım giderek azalıyor,” dedim. “Benimki çoktan bitti. Yutkunma aşamasındayım,” dedin. Düşüncelere dalmış, söyleyeceklerimi toparlamaya çalışıyordum. “Aynı odada ne işimiz var? İkimizden biri valizini toplasa iyi olur,” diye konuştun yeniden. “Ben toparlanırım. Erken uçak bulur giderim.” “Ya ben?” diye, sordun. “Dönüşümüz iki gün sonra, burada kalır, bensiz kafa dinlersin.”“On yıl boyunca kararları hep sen verdin. Şu anda bile,bu konudaki düşüncemi sorma gereği duymuyorsun. Burada iki gün daha kukumav kuşu gibi düşünemem. Seninle ilgili hiçbir şeyi, duymak, görmek istemiyorum. Biletimi ayarla hemen gitmek istiyorum. Bana akıl verdiğin gibi, bensiz tadını çıkarırsın,” diye makineli tüfek gibi art arda sıraladın. “Bıktım şımarıklığından; anlaşıldı artık olmayacak…” Sözcükler ağzımdan çıkar çıkmaz eyvah dedim. “İkide bir aynı şeyi başıma kakma, olmayacaksa olmasın, olmasın…” diye inanılmaz bir çığlık attın. Elindeki kahve fincanını büyük bir hırsla duvara fırlattın. Ardından servis masasının üstünde duran sütlüğü, apliğe nişanladın. Büyümüş gözlerle, inanmamış gibi yüzüne bakıyordum. Oturduğum yerden hırsla ayağa kalktım. Üzeri hâlâ dolu olan servis arabasından aldıklarımı aynı duvara atmaya başladım. Sen de yakınında bulduğun her şeyi fırlatıyordun. Reçeller, peynir ve zeytin tabakları, yenmemiş yumurtalar, soluğu karşı duvarda alıyordu. Sidik yarışı gibiydi; ikimiz de elimize ne geçerse pervasızca duvara atıyorduk. Yerler, eğlence olsun diye tabak kırılan tavernaların program sonrası görüntüsündeydi; cam kırıkları ve porselen parçaları ortalığa saçılmıştı. O sırada kapı çalındı. Güvenlik gelmişti. Odanın içindeki tabloyu görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. “Özür dilerim. Tazmin ederim,” dedim. Kısa bir sohbetten sonra saygılı bir biçimde teşekkür edip çıktılar. Koşarak yatak odasına girdin; kapıyı arkadan kilitlediğini duydum.
Akşam saatlerinde bir uçak vardı. Biletini değiştirdim. Sonraki güne de kendiminkini hallettim. Siyaha yakın koyu gri alabildiğine yağmurlu bir geceydi. İstanbul uçağının merdivenleri bitmek bilmiyordu!
*Konuşma köşesi: Hyde Park’ta, insanların rahatça ve korkusuzca diledikleri gibi konuşabildikleri yer. Speakers Corner.
Yusuf Uzunyol kimdir?
1949 Erzurum doğumluyum; Ankara’da yaşıyorum. Yıllarca ticaretle uğraştım. Hep iyi bir okuyucuydum. Yazma serüvenim, 2009 yılında UM-AG la tanıştıktan sonra başladı. O tarihten bu yana öyküler yazmaya çabalıyorum.
edebiyathaber.net (27 Şubat 2020)