Söyleşi: Nazlı Yıldırım
Burcu Yalkın ile Anima Yayınlarınca yayımlanan “Nefret Sütü” adlı şiir kitabı üzerine söyleştik.
“Burcu’nun yaşamı ya da yaşamsızlığı” dediğiniz şiirlerinizden oluşan Nefret Sütü’nün arka planını biraz açar mısınız?
Her zaman kendisiyle derdi olan bir insan oldum. Derinlerde yatanı deşmek benim için önemliydi. Çocukluğumdan beri bir aitsizlik duygusu ve yabancı hissetme durumum oldu. Yani sanki birisi beni bu dünyaya attı ve ‘ol’ dedi. Ama kendimi burada hiçbir yere konumlandıramadım. “İçe Çöküş” şiirimde, “neden insanların dilini bilmiyorum tanrım” dizesinde, aslında insanlarla olan bu sıkıntımı net bir şekilde belirttim. O zaman da kendi görünmezliğimi ve yokluğumu belki de kırmak için şiire yaslandım. İçimdeki ben’leri çıkarttıkça yeni bir dünya inşa ettim. Ama bu dünyayı kurana kadar ölüm, kaçış ve intihar konularında habire tünel kazdım. Kazdıkça bir ben, bir ben, bir ben daha çıktı. Kimisi ölü kimisi canlı doğdu. İçime baktıkça karanlığın içindeki ışıkla yazdım. Sonunda dışarıya çıkarttığım Burcu’ları bıraktım ki onlar doğanın, hayvanların ve nesnelerin dilini bana öğretebilsinler. Şiirlerim salt kendi yaşamımdan oluşmuyor. Başka insanların acılarını sünger gibi emebiliyorum. Kimileri buna ‘empati’ dese de benim yaşadığım bunun biraz daha ötesi. Ve okuduğum bazı kitaplar, şiirler ve filmler yeni şeylerin doğumu için yetiyor bana. Kalabalık bir kafede kimsenin görmediği, vestiyere asılı bir mont oldum çoğu zaman. Her şeyi gören ama kimsenin görmediği. İstesem o montu masanın üstüne koyup, herkesin görmesini sağlayabilirdim. Ama bunu hiçbir zaman istemedim. Benim şairliğim de biraz böyle. Şiirlerim görünsün, ben değil. Sıfatsız bir Burcu bana her zaman daha yakın geldi.
Nefret Sütü, bir benlik yolculuğu. Kendinizden başlayıp kendinizde biten şiirlerinizi hangi güçle yapılandırdınız?
Aslında şiir yapılandırmak diye bir şey yok benim için. Belki de onlar beni yapılandırdı. Benim için bir birikim olayı bu. Bir yere doluyor, doluyor, ben de bu dolan şeyi süzgeç yerine kalemimle damıtıyorum. İşte oradan akan iki damla şiire dönüşüyor. Lezzetini ve rengini asla bilemeyeceğiniz, karma bir şey, ama ne? Orası da okura kalıyor. Ben bir kapı açıyorum ki herkes orda kendisine baksın ya da bakmaya korksun. Herkes görür ama bunun ne olduğunu tam kavrayamaz. Sisli bir yolda yürürken kendi gölgesini görememesi gibi. Bir insan bence kendi derinliğine vardığı anda tüm evrenin sırrına erebiliyor. Hemen hemen tüm evren aynı moleküllerden oluşuyor. Kendini ayrıştırmadan bütünlemeye çalışsan yetecek. Şiir için; ya zifiri karanlık ya da çok parlak ışık, bunun ortası yok. Bunun arasında kalınca saniyelik bir fısıltı belki de ilk kıvılcım. Şiirin taşları kusurlu, eksik hatta sefil tarafımızdan geliyor. Onu nasıl nereye koyacağın sana kalmış.
Çeşitli dergilerde göründünüz. Ve ilk kitabınızı Anima Yayınları’ndan çıkardınız. Peki şiirlerinizin var olma sürecinden ve kitaba dönüşme hallerinden biraz bahsedebilir misiniz?
Evet, on yılı aşan bir sürede dergilerde yayımlanan ya da yayımlanmayan eski-yeni şiirlerimden oluşuyor Nefret Sütü. Aslında kitap çıkarmak gibi bir düşüncem hiç olmamıştı. Ama sonraları, anneme ithaf edebileceğim bir kitabım olsun istedim. Bir iz kalsın bizden. Ölünce okurların gözlerinde yeniden canlanma isteği. Ki bir kişi bile benim kitabımı okuyup duygulanırsa, onun kalp atışlarında ben olacağım. Böyle bir şey benim için inanılmaz güzellikte. Benim için güven duygusu önemli. Dosyamın kitaplaşma aşamasında güvenebileceğim çok güzel iki insan tanıdım. Bu vesileyle kitabımın oluşmasında bana her türlü desteği ve yardımı sağlayan Süreyya Aylin Antmen ve Kenan Yücel’e sonsuz teşekkürler.
Güncel olarak Türk şiiri hakkındaki gözlemlerinizi merak ediyorum. Şu an Türk şiiri nasıl bir gelişme gösteriyor? Yoksa gelişmeden ziyade farklı bir fonksiyon mu oluşuyor?
Çok farklı, keskin ve güzel şiirler okuyorum. Yani kuyudan su çıkıyor. Ama kuyunun üstü kapalı olduğu için şiire ulaşamadığım şiirlerle de karşılaşıyorum. İmgenin şiirde çok fazla kullanılması kesinlikle şiiri kırıyor. Yani nefes alacak yer kalmıyor. O kadar çok düşünce çakışması hâli oluyor ki, şiiri okumayı bırakabiliyorsun. Onun yerine; akan suyu dinlerken ve izlerken üstünde yüzen dalı görmek ve onu kendine benzetmek, asıl imge bu olmalı. Evin içindeki eşyaların arasından çıkan ağaç gibi olmalı imge. Ormanın içindeyken ağaçlar dikkatini çekmez. Deneysel şiir adına bu işe girişen şair arkadaşlar şunu unutmamalı; bir şiirin içinde duygu yoksa ve sen yoksan yazdığın mekanikleşir. Bir eşyanın kullanım kılavuzu gibi okunur. İmge şiirin vazgeçilmezi ama aralarda, çarpıcı ve flaş patlaması gibi olmalı. Çok fazla flaş patlayınca gerisini okumakta zorlanıyorsun. İnsanlar günden güne yapay bir dille ve duygusuz bir iletişim hâlinde, tabii böyle olunca robotik birisinin yazdığı şiire beyin yaslanıyor ama kalp asla. Şiir için olmazsa olmaz diyebileceğim şey; düz yolda yürürken bir anda bir dal ayaklarının altında çıtırdıyor ve irkiliyorsun. Bunu bulmalıyım ki kendim gibi hissedebileyim.
Kendinize has bir yolculuğun tanıkları (okurları) olarak birçok gizinizi keşfediyoruz. Sizin okurunuza karşı açık olmanızın temelinde yatan hangi yaratma itkisi var? Buradan yola çıkarak sizin şiirle kurduğunuz köprünün nasıl olduğunu da merak ediyoruz.
Evet, bu yolculuk benim için de epey sancılı oldu. Kendime böyle bakabilmek ve ateşin etrafında dönmek yerine elimi ateşin içine sokmak, tabii ki yakıcı. Ayrıca ağacın yaprakları dökülmüş ve çırılçıplak kalmışım gibi hissettim. Bu yüzden bir elim yazarken öteki sürekli onu tutuyordu. Yazdıklarım için tedirginlik ve emin olamama durumu hep oldu. Sanki yolda sürekli çukurlar vardı ve adım atınca düşmekten korkuyordum. Ama yine de yürüdüm, kendimi cesaretle koydum şiirime. Çünkü benim gizlerim herkesin gerçeği…
edebiyathaber.net (27 Şubat 2020)