Soba tezeği hazmetmiş, içi içine sığmıyor. Ciğer yemiş kedi gibi. Harlanıyor. Bacaya kadar ulaşan alevler, bazen dumana boğuluyor, sığmıyor borulara. Aralarında bir çekişmedir sürüp gidiyor. Tezeğin gücüyle harlanan soba, gümbürdeyerek bomba etkisi yaratıyor. Neredeyse üzerindeki çaydanlığı havaya uçuracak. Püskürttüğü dumanla göz gözü görmezken alev kıvılcımları is içindeki sahnede dans eden ateş böcekleriydi. Boruların birleşme ve dirsek yerleri sahneye bir tiryaki edasında duman üflüyor.
Kısa süreliğine pencere açılıp, tekrar kapatılıyor. Dışarısı çok soğuk, Allah bilir eksi kaçlarda? Bütün evreni kar, buz sarmış. Bembeyaz bir kefen sarmalamış sanki. İçerde, sobanın üzerindeki çinko çaydanlıkta bambaşka bir dünya yaşanıyor. Tezekler ateşi harladıkça çaydanlıktaki su fokur fokur kaynayarak, kapağa ‘Şemmame’ oynatıyor. Bu dansı fırsat bilen damlalar, çaydanlıkla kapağın arasındaki boşluklardan can havliyle sıvışıyorlar. Ancak kaçaklar, betona çivilemesine çakılıyormuşçasına kızarmış sobaya düşer düşmez cızırdayarak buharlaşıp yok oluyorlar.
Kaç gündür ateşler içinde inleyerek, sayıklayarak yatıyor. Daha çok inilti halindeyken duman boğulurcasına öksürmesine neden oluyor. İnlerken konuşuyor ama sesini duyuramıyormuş gibiydi. Nerelerdesin Efsun? ’Dünyadaki bütün nesneleri…nesneleri toplamıştım, odalar dolusu… Odalar dolusu… Mağaralar, yoksa mağaralar dolusu muydu? Hepsi de… Efsun’un zevkiydi. Geldik, gittik, seviştik. Efsun boğazlama beni. Hep nesnelerin… arasına sıkışıp kalmışlığımız… Çek ellerini boğazımdan… başka çareler yoktu. Doğanın özü…aslında… masumduk, onun için seviştik. Gözlerimiz kapalı, tılsım olsun diye’
Sonra o derviş geldi onayladı yaptıklarını. Gövdesi olmayan, sadece sakallı başı olan derviş, tüten sobanın dumanları arasında is bağlamış tavanda ağzını oynatıp duruyor. Diyordu ki ‘Her şey gökyüzünden indi.’ Duymazlıktan gelip tekrar seviştiler, kar yağarken bile. Nedenini bilmiyorlardı.
Ateşi düştü. Biraz daha kendini toparlamış durumda. Donmak üzere olduğu karların, ayazın içinden nasıl söküp almışlardı onu hamam gibi sıcacık odaya? ‘Umarım donduğumdan hayal görmüyorumdur!’ diye düşündü, tavandaki döşemeler gerçek miydi değil miydi? Saymaya başladı. Meleyen koyunların sesi… boşluk ve sokaklar… Sela… kediler bile tedirgin… Bembeyaz bir sonsuzluk, kar… ‘ Sevişmeyin üşürsünüz’ diyen sesler mi duydum?
Günlerdir burada. Dışarı bakmak için pencereye ulaşacak takati bulamıyordu kendinde. Nesrin, küçük erkek kardeşiyle birlikte,kahvaltılık getirdiler. Çinko çaydanlıktaki çay demlenmiş. Nesrin yatağın bir ucuna küçük bir sofra hazırlarken küçük kardeşi sobanın başında dinelmiş hem üşüyen ellerini ısıtmaya çalışıyordu hem de ablasındaki tedirginliği anlamaya…
Kahvaltıdan önce erkek kardeşin yardımıyla da sırt havlusu çıkarıldı. Havlu terden sırılsıklam olmuştu. Yenisi kondu sırtına. Kahvaltıyı zar zor yaptırdılar. Hemen kendini yatağa koyuverdi. Kız bir şeyler anlatmak istiyor, bir sıkıntısı var belli ama konuşacak, dinleyecek mecali bulamıyordu kendinde. Nesrin’in gergin sesi bile kendine getiremiyordu. Kafası yastıkla buluşur buluşmaz kendinden geçiyordu. Uyuyor mu yarı baygın mı belli değildi.
Oda kapısı gürültülü açılıp kapanıyor. Her seferinde derin uykuları bile silkeliyordu. Sonra bütün yollar karanlık. Kurt ulumaları vardı kulağında. Açlık varken, çakallarkurtların yakınındadır. ‘Efsun, çakalla sevişme sakın. Ayaklar kuytusunu bilir dağların, neresinde olursa olsun. Efsun bu, bilmez mi hiç’.
Efsun bir gerilla hareketiydi, mücadele isteyen, uzun soluklu. Yavaş yürüyen ama doğurgandır. ‘ Lekenler ayağımdaydı nereye kayboldular. Karda yol almayı hızlandırır.’
Kendini toparlarken gözlerini açtığında tepesinde, ellerini önünde bağlamış dinelen Nesrin duruyordu. Gerçek miydi? Hayal mı görüyordu yoksa öldü mü? Elleriyle gözlerini ovdu, bütün dikkatini yoğunlaştırınca gözleri kocaman açıldı. Yastıktan kafasını kaldırıp yatağın içinde oturdu. Hayır, Nesrin olamaz, Nesrin, ellerini önünde kenetleyip put gibi duracak biri değil, hareketli, yerinde durmaz. Sakın Azrail olmasın. Vücudunu ölüm ürpertisi sardı. Nesrin’in kılığında şirin görünmek istiyor. Nesrin kendinden emin ama kırgın sesiyle, ‘Babam alacağı kadına karşılık beni berdel veriyor’ deyince kendini yatağa bırakıverdi. Gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Efsun’u nasıl bulurum mu demek istiyordu.
Efsun gelip bulmuştu arkadaşını. Başucunda sabaha kadar neler neler konuştular. Nesrin, cevval bir kız, becerikli, bir hemşire titizliğiyle ilgilenmişti arkadaşıyla. Meraklı, çabuk kavrayan bir kız. Üç gün boyunca Efsun’u köylüden gizli evinde konuk etti. Gündüzleri uyuyordu. Gece onlarındı. Çaylar içildi yemekler yendi. Nesrin’in yemeklerini, el lezzetini çok sevdi. Annesinin yemekleri kadar lezzetliydi. Geceler boyu konuştular. Nesrin sordu, çayları tazeledi, Efsun anlattı. Güldüler, ciddileştiler bazen. Gözyaşları oldu usul, sessiz yanaktan süzülen, bazen gözleri uzun bir menzile kilitlendi. Konuştukça gün çabucak ağarıyordu. Günler yetmedi doyumlarına. Devamı olmalıydı.
Gözlerini kapattı. Renkli giysiler içindeki Nesrin, masallar anlatıyordu. Masalların sonu Efsun’a odaklıydı. Duruşu, heyecanı, kaygısı Efsun’a düğümleniyordu. Bunu net bir şekilde görüyordu hasta yatağında ‘Kadın gerçekliği insanın görmek istemediği kendi gerçekliğidir’ dedi ama kimseler duymadı. Zaten bir Nesrin vardı o da Efsun’dan yana kaydı. İnilti olarak kaldı.
Sobanın harlanması oturmuş köz olmuştu. Ortalık toz duman değildi. Pencereden süzülen ışık huzmesi ulaştığı loşluğu aydınlatıyordu.
Ziya Şeker kimdir?
Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunuyum. İkinci Üniversite kapsamında Anadolu Üniversitesi Adalet bölümünden mezun oldum. Uzun yıllar Felsefe Grubu Öğretmenliği yaptım.
Şiirlerim, Karşı, İmece, Erde, Somut, Yaba, Nudem, Yazıt, Gerçek Sanat gibi dergilerde yayınlandı. Edebiyat Haber, Kayıp Rıhtım, Yazar Dergisi, Oggito, Flashhilat ve Kil Tablet gibi fanzin ve seçkilerde de öykülerim yayınlandı.