Fadime Uslu’nun son kitabı “Ay Eskir Gün Işırken”, içerdiği öykülerin çok katmanlı bir yapıya sahip olmasıyla dikkat çekiyor. Yavaş ve dikkatle okunması gereken bir öyküler ağında buluyoruz kendimizi. Kitabı bir defada hızlıca okuyup geçemiyoruz. Anlam ağlarının bağlantıları arasında gezinirken tüm dikkatimizi okuduğumuz metne vermemiz gerekiyor. Özellikle iki öykü üzerinde durmak istiyorum: Ay Eski̇r Gün Işırken ve Li̇mon Burcuna Doğru.
Ay Eskir Gün Işırken
Bu farklı öykünün ilk bölümü, üzerimizde bir deneme etkisi bırakıyor. Yaratma sürecinin nasıl başladığı, ham düşüncenin ne şekilde doğduğu, zihinde nasıl olgunlaştığı ve hikâyeye ait ilk sözcüğün nasıl vücut bulduğu yazar tarafından giriş bölümünde aktarılıyor.
Yaratıcılık olgusu, nehir simgesiyle özdeşleştiriliyor: “Bazen başlangıçlar sonra gelir; ağır ağır, incecik uzayan sakin bir nehir gibi yürür yüreğinde. ” Olgunlaşana kadar kendisini rahat bırakmayacak olan hikâye, yazarın “işlevsel bir yarasına” benzetiliyor.
Öykünün ikinci bölümündeki sisli ve gizemli sahneye, etkileyici bir başlangıç cümlesiyle ayak basıyoruz: “Ölüler sofradaydı ve gösteriyi izliyordu.” Hünkâr’ın, Nur-u Ayn’ı nikâhlama törenini şiirsel bir dille okumaya, okudukça gözümüzde canlandırmaya başlıyoruz. Yazar, öykü boyunca birçok yerde geçen ölülerin kimler olduğunu bize açıklamıyor. Bu simgeyle bağdaştırabileceğimiz çeşitli ipuçlarını veriyor, fakat kuracağımız bağlantılarda bizi serbest bırakıyor. Olayların akışı da hep bir perde arkasında gizli. Örneğin öykü hangi zamanda geçer, tam olarak bilmiyoruz, ancak sezebiliyoruz. Bir eski zaman sarayında olduğumuzu, kullanılan eski Türkçe kelimelerden anlıyoruz: Hünkâr, şimal, cenup, seraser şalvar, nakkaş, minyatür…Özenle seçilip, dile yerleştirilen bu sözcükler, atmosfere kendiliğinden adapte olmamızı sağlıyor.
Öykü boyunca perde aralanıyorsa da, tam olarak açılmıyor. Hünkârla Nur-u Ayn’ın gerçekte var olup olmadığını bilmiyoruz. Ölülerin sessiz şehadetinin öykü boyunca hatırlatılması ve saraydaki hiçbir ışığın çıplak olmaması (mutlaka boyalı bir camın veya bir taş duvarın ardına gizlenmesi), bu masalsı ve flulaştırılmış anlatımı kuvvetlendiriyor.
Üçüncü bölümde sahne tekrar değişiyor. Giriş bölümündeki öykü yazma serüvenine geri̇ dönüyoruz. Zaten tüm öykü boyunca, birbiri içine geçmiş iki ayrı hikâye arasında, ahenk içinde gidip geliyoruz: Hünkârla Nur-u Ayn’ın nikâh töreni ve yazarın yaratıcılık süreci. İki ayrı öykü, tek bir öyküde birleşiyor, simgeler üzerinden birbirine sıkıca bağlanıyor.
Öyküde noktayla ilgili bir benzetme çok dikkat çekiyor: “Rabb, noktasını koyar ve geri çekilir,” diyor Hünkâr, kendi görevini de “dünyaya yeni noktalar koymak” olarak açıklıyor. “İnsan, felekler içinde bir noktadan ibarettir. Buna rağmen sır içinde bir sırdır,” diyoruz biz de.
Yaratma sürecini anlatan öyküde, günümüzde üretilen sanatın satışa yönelik olmasıyla ilgili incelikli bir eleştiri de yapılıyor. Bu eleştiri ilk ağızdan verilmiyor. Böylesi bir tarz, bir öykü için yersiz şekilde didaktik olurdu. Eleştiri, anlatıcının, bir kahvehanede kulak misafiri olduğu saygıdeğer bir yazarın karşısındakiyle sohbetini aktarması vasıtasıyla dile getiriliyor. Edebiyat dünyasının bu güncel sorununa yönelik yaklaşımın örtük olarak yapılması, öykünün genel zarafetine gölge düşürmüyor.
Finalde yazarın yaratma sürecinin nasıl olgunlaştığı anlatılırken, en baştaki nehir simgesine ve koşut hikâyedeki başlangıç mekânı olan Hünkâr’ın sarayına geri dönülüyor. Bu dönüş de çok ustalıklı biçimde aktarılmış. Çingene çocuklarının çaldığı şarkı, sarayda çalınan udun sesine dönüştürülmüş.
İç içe geçen iki öykü boyunca kullanılan çifte simgeler, öykünün iskeletinde sağlam bağlantı hatları oluşturmuş: Martı ve kanadının hafifliği; tüy ve tüyün hafifliği; göz ve gözün çeperi; taş ve taşa atılan suyun çember şeklindeki hareketi.
Limon Burcuna Doğru
Yazar Fadime Uslu, bu öyküsünde de hikâye yaratmanın nasıl bir süreç olduğunu okuyucusuna birebir anlatmış. Bir öyküyü hissetmeye başlama, taslak oluşturma, olgunlaşan kısımları müsveddeye alma, henüz tam oturmamış bölümler üzerinde düşünmeye devam etme, seçenekleri elemeye çalışma ve hatta güvenilen bir kişiye görüş sorma, ona danışma. Bu sürecin tamamını, bir öyküye yedirerek dürüstçe paylaşmak, bir yazar için oldukça cömert ve içtenlikli bir tavır olduğu için öncelikle kendisine teşekkür etmek gerek. Ay Eskir Gün Işırken öyküsünde aynı konu şiirsel bir dille işleniyordu. Bu öyküde ise yaratım sürecini pratiğe dökülmüş hâliyle okuyor ve öğreniyor gibiyiz.
Mekân olarak neden Sorrento seçilmiş, bunun özel bir amacı var mı, öykü ilerledikçe bunu anlıyoruz. Limon Burcuna Doğru’da, iç içe üç farklı hikâye anlatılıyor. Öykü kahramanı Ay’ın kendi hikâyesi, Ay’ın A. hakkında yazdığı öykü, Ay’ın yazdığı öyküdeki A. isimli kahramanın okuduğu kitapta olup bitenler (A.’nın okuduğu kitapta, aldatılan bir kadından bahsediliyor).
Bu defa, soğan gibi, üç tane iç içe katmanımız var. Mekân seçiminin Sorrento olarak belirlenmesi atmosferi güçlendirmiş, çünkü Sorrento’nun coğrafi yapısının da soğan gibi katmanlı olduğunu, öykünün gidişatı boyunca öğreniyoruz.
En dış katmandaki öykünün kahramanı olan Ay, ciddi bir rahatsızlık geçirmiş, kemoterapiden sonra çevirmen eşiyle tatile çıkmaya karar vermiş genç bir kadın yazar. Yeni yazdığı öyküdeki kırılma noktalarını eşiyle tartışıyor, onun görüşlerini alıyor. İlişkilerindeki bir aldatma krizini geride bırakmış olan bu çift, Sorrento’nun dolambaçlı yollarında gezerken kâh zaman hakkında felsefi konuşmalar yapıyor, kâh çocukça şakalarla gülüp eğleniyor.
Ay’ın yazdığı öyküde ismi geçen A. da eşi tarafından aldatılmış bir kadın. Ay bu öyküyü yazmaya başlamış, fakat henüz sonlandıramamış. Belki kendi içindeki öfkeyi de henüz tam olarak bastıramamış, bu yüzden öyküsünü nasıl bitireceğini bilmiyor. Anlam örgüsünü oluşturan hatlardan en dikkat çekeni de bu oluyor öykü boyunca. Öykünün bir Sorrento seyahatini anlatması ve Ay’ın yazdığı öyküdeki A.’nın da bir arkadaşıyla İtalya seyahatine çıkmaya karar vermesi, öykü içindeki bir başka bağlantı hattına örnek olarak verilebilir.
Öykünün sonlarına doğru Ay, “Bohemian Rhapsody”i söylemeye başlıyor. Şarkıyı söylerken bedeninin ve yüzünün aldığı şeklin, melodiyle eş zamanlı olarak nasıl değiştiğini adeta izliyoruz. Korkuyor Ay, hastalığı yüzünden ölmek istemiyor. “Mama, I don’t want to die” (Anne, ölmek istemiyorum) derken o hissi bize de yansıtıyor.
Özet olarak, “Limon Burcuna Doğru” ve “Ay Eskir Gün Işırken”de, yazar Fadime Uslu bize öykü yazma konusunda çok önemli ipuçları vermiş. Fakat sadece bunu yapmamış; derinlikli bir öykünün nasıl yazılacağını da bizzat göstermiş. Bunları yaparken günümüz insanlık değerlerine de zarifçe dokundurmayı ihmal etmemiş.
Menekşe Ercan Pekel – edebiyathaber.net (5 Mart 2020)