İngiliz edebiyatının tüyler ürperten yazarı Susan Hill’in “The Woman in Black” isimli romanından, Stephen Mallatratt’ın dahiyane yorumuyla sahneye uyarlanan “Siyahlı Kadın”, 1987 yılında ancak altı haftalık gösterim imkanı ile başladığı tiyatro yolculuğuna, bu yıl neredeyse kesintisiz 33 yılını tamamlayarak devam ediyor… Hill’in 1983 yılında yazdığı roman, önce BBC Radyo tarafından iki versiyon halinde uyarlanırken, 1980’lerin sonunda televizyon yorumuyla daha geniş bir kitleye ulaştı. 1987’de Mallatratt’ın iki kişilik bir kadro ile tiyatroya uyarladığı versiyonu ise; Siyahlı Kadın’ı İngiliz ulusal edebiyat ve drama literatürüne sokan bir başyapıt haline getirdi.
Oyun, İngiliz West End tiyatrolarının Blood Kardeşler, Hamlet gibi klasikleşmiş eserleri ile birlikte sahnelenme ve izleyici sayısı açısından en yüksek rakamlara sahip drama yapıtları arasında. 2012 ve 2013 yılında iki seri halinde sinemaya da aktarılan Siyahlı Kadın, Türkiye’de ise ilk kez Aralık 2018’de Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki gösterimi ile izleyiciyle buluşabildi. Dünya sahnelerindeki otuz yılı aşkın yolculuğunun ardından, sadece iki sezondur Türkiyeli tiyatro severlerin karşında yer alabilmesine de şükrederek, Siyahlı Kadın’ın neden bu kadar sevilen bir klasik haline geldiğini kısaca tartışmaya çalışacağım…
“Korku ve gerilimi sadece sinema perdesinde izleyeceğini düşünenleri şaşırtan bir oyun”
Ankara Devlet Tiyatrosu’nun en iyi oyunlarından birisi olan Siyahlı Kadın, ikinci sezonunda da kapalı gişe gösterimleriyle seyircisi tarafından oldukça iyi yorumlar almaya devam ediyor. Çoklu oyunculuk performansındaki başarısı ile kalabalık bir kadroyu tek başına canlandıran Erdinç Doğan, etkileyici oyunculuk geçişleri ile korkuyu onun gözlerinden hissettiğimiz Kutay Sungar ve tam manasıyla bir hayalet gibi süzülen sessiz adımlarıyla sahnede bir görünüp bir kaybolarak, oyunculuğundaki etkisini de buradan alan Nazlı Özdemir, kalabalık bir hayalet hikayesinin tek kahramanları…
Gösterim gücünü, hikayenin taşıyıcısı olan oyunculuk performanslarından alması ile birlikte, Rejisör Mesut Turan – elbette ki etkilendiği İngiliz ve hatta Fortune Theatre – rejisiyle bütünleşerek korku ve gerilimin sadece sinemaya özgü anlatım öğeleriyle değil, tiyatro sahnesinin imkanlarıyla da yaratılabileceğini gösteriliyor. Sinemanın çoklu boyut imkanı ile günümüzde üçüncü, hatta altıncı boyuta taşınan filmlerle hem bilim-kurgu hem de korku-gerilim hikayelerinin en başarılı anlatımlarını izleme imkanı buluyoruz. Boyut fikrinin sinema ve tiyatroyu birbirinden ayıran en temel göstergelerden biri olduğunu düşündüğümüzde, diyebiliriz ki bu oyun, kendi boyutunu kurarak tiyatroya bilinenin ötesinde bir illüzyon taşıma kabiliyeti sunuyor. Gelişen sahneleme imkanlarının ötesinde – ses, ışık oyunları, görsel efektler, led ışıklarla yaratılan illüzyonlar – çok akıllıca kullanılmış tek bir tül perde ile mekanı boylu boyunca birbirinden ayıran reji, aynı zamanda çok katmanlı bir yapı sunarak gerilim ve korkuyu yaratan asıl unsur diyebileceğimiz görünmezlik, belirsizlik ve hakim olamadığımız bir bilinmezlik hissini, tiyatro sahnesine taşıyarak gerilim ve korku arayan ama bunu sadece sinemada bulabileceğini düşünen izleyicisini şaşırtmayı başarmış görünüyor.
Toplumdan dışlanan bir kadının hayalet hikayesi…
Tüm bunlarla birlikte, Siyahlı Kadın’ı sadece bu etkiler üzerinden tartışmak büyük haksızlık olacaktır. Oyunu iki sezondur üst üste takip eden bir izleyici olarak; son oyun çıkışında genç iki kadının şöyle bir konuşmasına şahit oldum. Genç kadın “hayatımda izlediğim en iyi oyun” diyordu – muhtemelen çok az oyun izlemiş olduğunu varsayabiliriz – diğer genç kadın arkadaşına… Arkadaşı ise; “Benim de öyle, ama insanlar oyunun sonunda siyahlı kadın seyirciler arasında bir görünüp bir kaybolurken neden güldü anlayamadım”… Aslında çok basit bir seyir yorumu olarak görebileceğimiz bu diyaloglar, yine çok temel tiyatro teorileri üzerine sayfalarca yazılabilecek iki konuya dikkat çekiyor. Yorumlara göre ele alacağım ilk başlık; “Bir oyun neden bu kadar çok sevilir ve 33 yılın ardında sahnelendiği her tiyatro neden hala seyirci ile dolup taşar?”. İkinci başlık ise; önemli tiyatro teorisyeni Bergson’un teorileriyle de açıklayabileceğimiz; “Bu kadar gerildiğimiz ve derinden yaralandığımız bir olay karşısında neden güleriz?”
“Bir kadın yara alırsa, bunu gören herkes yara alır”
Siyahlı Kadın; evlilik dışı bir ilişki sebebiyle hamile kalan genç bir kadının başta ailesi, ardından toplum ve tüm sosyal çevresi tarafından dışlanmasıyla çocuğu doğar doğmaz ondan koparılarak evli bir kadın olan ablasına verilmesinin trajik hikayesine dayanıyor. Toplum baskısı sebebiyle çocuğuna hasret yaşayan anne, oğlunun öldüğü haberini alması ile tüm kasabayı ve çocuğunun verildiği evi lanetleyerek ölüyor. Bir süre sonra bu olay garip bir büyülü ev hikayesine dönüşüyor.
Zaman zaman acılı annenin hayaletinin kasabalılar tarafından görülmesi ile korkunç hikayeler silsilesi de birbirini takip ediyor. Kasabalılar için olayı daha trajik yapan ise siyahlı kadının hayaletini gören, hikayeyi bilen ve anlatan herkes birer birer onunla aynı sonu yaşayarak çocuğunu kaybediyor. Evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiren ya da getirmek zorunda kalan yalnız bir kadının toplum baskısı ile hayatında yarattılan kabusu gözler önüne seren oyun, hikayeyi bilen herkese dokunarak onların hayatlarında da yaralar açan esrarengiz bir olaya dönüştürüyor. Hikaye; yaşadığı acılar ve içine düştüğü çıkmazlar ile toplum içinde görmezden gelinen bir kadını, çarpıcı bir hayalet benzetmesiyle yeniden canlandırarak, bizi onunla tüyler ürperten bir korku eşliğinde yüz yüze getiriyor. Bir kadın yara alırsa, bunu gören herkes yara alır. Büyülü bir ev, her şeyi içine çeken bir bataklık, hayalet yüzünden dünyası kararmış insanlar, korkulan siyahlı bir kadın… Daima yasta, siyahlar giyinmiş, herkesin uzak durduğu, korkutucu bir “hayalet” ile toplumun dışladığı, ailenin itelediği, çoğu kamu alanında görmezden gelinen, örfi ve dini gelenekler dahilinde yok sayılan “kadın” imajı ile ötüştürülüyor…
Yüzyıllardır dünyanın çeşitli toplularımda, çeşitli sebeplerle fiziksel yada ruhsal pek çok şiddete maruz kalan kadının da sesi oluyor. Basit bir korku-gerilim hikayesinin çok ötesinde, dünyanın pek çok yerinde “hayaletleştirilip” yok sayılmış bir kadın hikayesini anlatıyor Siyahlı Kadın. Öyle bir hayalet ki hikayeyi bilen ve onu gören herkesi – oyunun sessiz izleyicilerini de dahil olmak üzere – kendi hikayesinin içine çekiyor ve seyirci oldukları bu trajedinin bir parçası yaparak, kendisiyle aynı sona mahkum ediyor. Siyahlı Kadın’ı 33 yıllık tiyatro serüveninde bu kadar sevilen ve bir klasik haline getiren de kurduğu bu metaforik dil ile hepimize dokunan bir hikaye anlatmasındır, diyebiliriz. İzleyicisini eğlendirip korkuturken, biryandan da toplumun bir parçası olarak dahil olduğumuz, kadını yok sayan o çirkin sistemin yüzüyle karşı karşıya getiriyor.
İşte böyle bir izlekte ilerleyen oyunun sonunda; hikayeyi bize anlatan ve seyirci ile buluşturan oyuncu Bay Kipps’in de artık bu hikayenin bir parçası olacağını biliyoruz. Siyahlı Kadın’ı oyun içinde oyun kurarak sahneye uyarlayan Mallatratt’ın yorumuna göre Bay Kipps’den başka Siyahlı Kadın’ı sahneden gören yok. İyi ama oyunun izleyici olarak bizler de sahnede en az Bay Kipps kadar siyahlı Kadın’ı gördük ve neredeyse açılıp kapanan ışıklarla bir orada bir burada gezen hayalet hepimize bir baskı yarattı. İşte oyun sonundaki ikinci genç kadının yorumu da burada kendini ifade ediyor. Neden oyunun bu bölümlerinde izleyiciler güldü? Bergson, gülmenin toplumsal bir eylem olduğundan bahseder. Toplumdaki bireylerin birbirinin varlığından güç aldıkları beraber yapılabilen bir şeydir. Burada oyunun sonunda seyirci baskısı yaratmak için tasarlanmış bir kurgu ile siyahlı kadının görünmesi, bazı seyircilerin istemsiz bir şekilde gülmeleri biraz da birbirinden güç alma isteğinin bir karşılığıdır diyebiliriz. Ya da Freudyen bir yerden bakarsak, gerilim baskı, heyecan ve stres ile baş edebilmek için fiziksel ve bedensel bir boşalma refleksidir. Yüz yüze kaldığımız o korkunç yüzümüzle mücadele edebilmek ve onu yok sayabilmek refleksidir.
Oyun -klasik manada- başlamadığı gibi bitmiyor da…
Korku ve gerilim arayan izleyiciye hakkını vermesi, görsel efektleri ya da oyunculuk başarısından daha ziyade bu oyunun hikayesine en büyük hizmeti veren çok başka bir reji yaklaşımı daha var… Seyirci, daha oyun başlamadan seyir yerinden itibaren bir dizi fiziksel etki ile oyuna dahil ediliyor. Oyunun bitiminde ise aslında hikayenin devam ettiği hissi verilerek -selamlama dahil- hiç oyundan kopmayan bir performans ile seyirciye siz de bu hikayenin bir parçasısınız hissini veriliyor. Oyun – klasik manada – başlamadığı gibi bitmiyor da… İçinde olduğumuz hayatın bir parçası olarak, evimizden işimizden çıkıp da girdiğimiz o seyir yeri koltuğundaki varlığımızın bir devamı olarak, bizim dünyamızda o anda ve şimdi de yaşanmaya devam ediyor… Oyunun hikayesini kıymetli yapan tek şey de bu sergileme biçimi ile yaratılan anlatım gücü diyebilirim… Oyun bitip de o koltuktan kalktığımızda, seyirciyi selamlayan oyuncuların arkasında bir yerde sallanan sandalyesinde bizi izleyen siyahlı kadın, seyirciler salonu terk ederken aramıza karışsa, akan kalabalık ile birlikte tiyatronun kapısından caddeye doğru yürüse hiç şaşırmaz hatta belki de onu sadece ben mi görüyorum diye şüpheye düşmeden kendi felaketimi beklerdim…
Umuyorum ki bu oyun, sadece Ankara Devlet Tiyatrosu ile kalmaz ve İngiltere’de olduğu gibi değişen oyuncu kadroları ile farklı farklı pek çok tiyatroda uzun yıllar gösterilerek kadını görmezden gelen bir topluma, “kadının varlığını” hayalet hikayelerinin çekiciliğiyle anlatmaya devam eder. Ama maalesef bu oyunu 8 Mart haftasına özel gösterimlerle sahnelemeyi düşünmedikleri gibi, bu haftaya gösterim de koyulmamış. Siyahlı Kadın’ı ancak 25 Mart sonrasında Akün sahnesinde izleyebilirsiniz…
Yeliz Karakütük – edebiyathaber.net (6 Mart 2020)