Etgar Keret çağdaş edebiyatının dünyadaki en önemli temsilcilerinin başında gelmekte. İsrailli yazarın kitapları şimdiden 30’dan fazla dile çevrilmiş durumda. Tel-Aviv doğumlu yazarın sinemayla da yakın bir ilişkisi var. Kendisinin yönetmenlik denemelerinin haricinde, Kneller’in Mutluluk Kampı adlı öyküsü geçtiğimiz yıllarda sinemaya uyarlanmıştı. Oyuncu kadrosunda Tom Waits de yer almıştı.
Keret’in kendine has oyunbaz bir dünyası var. Kısa, absürt ve kara mizahın sınırlarında bir edebiyat anlayışı var. Çivisi çıkmış dünyada kanatsız uçmak isteyenler, muza basıp yere düşenler, kafalarına pencere önü çiçeği düşenler onun hikâyelerinin baş aktörleri olmakta. Özetle Keret’in karakterleri, dünyanın ve yaşadığımız çağın amansız saldırıları karşısında tedirginlikle kendilerine yer bulmaya çalışan öz-hakiki bahtsızlar olarak değerlendirilebilir.
Keret’in kitaplarında öne çıkardığı bir önemli konu da Orta Doğu’da yaşamanın zorlukları üzerinedir. Bir an bile olsun tansiyonun düşmediği coğrafyada, çatışma ihtimalinin ya da sokağın ortasına düşebilecek bomba korkusuyla yaşamanın yansımaları onun metinlerinde tüm çıplaklığıyla görülür. Yaşamın giderek ağırlaştığı bu ortamda gerekse Arap olmanın gerekse de İsrailli olmanın tüm açmazları ortaya dökülür onun hikâyelerinde. İçerisine hapsolduğumuz bu garip çağda tüm bu yaşananlar da absürt bir hal alır, kara komik bir öyküye hatta dönüşür. Şehirlere düşen bombalar çocuklar için oyun alanı olur, işin en yoğun saatleri hava saldırısı alarmı nedeniyle kesintiye uğrar. Hayatın kırılganlığı bu kadar şeffaflaşması karşısında Keret’in karakterleri ancak olayları hafife alarak direnmeye çalışır hatta yeri gelir hikâyenin ana öznesi kendisi olur; tıpkı Yedi Güzel Yıl kitabında olduğu gibi.
Keret’in Yedi Yılı
Yedi Güzel Yıl, 2013 yılında Siren Yayınları tarafından Avi Pardo çevirisiyle yayımlanmıştı. Kitap, Etgar Keret’in oğlu Lev’in doğmasıyla birlikte yaşadığı yedi yılı anlatıyordu. Yazarın bize anlattığı kısa öyküler de yedi yıla bölünmüş. Her yılda Keret’in hayatına dair farklı bir duruma ve atmosfere tanıklık ediyoruz. Kitap, Keret’in oğlunun doğduğu dönemle ve Ansızın, Aynı Şey öyküsüyle başlıyor. Ansızın, Aynı Şey, terör saldırıları esnasında doğumhanede olmak durumunda kalan Keret çiftinin yaşadığı durumla alakalı bir öykü. Hastanenin gergin atmosferinde doğumun gerçekleşmesi ve yaşananların acayiplikleri Keret’in kaleminden dökülüyor. Bir taraftan yaralılar diğer taraftan Keret ailesinin son ferdi Lev’in dünyaya gelişi aynı anda geliyor. Hastanede çalışanların bu yaşananları kanıksamaları, normalleştirmeleri işin absürt tarafını oluşturuyor. Hastane çalışanları için terör saldırısı herhangi bir vakaya dönüşmüş durumda. Diğer taraftan hayat devam ediyor, dünyaya meraklı gözlerle bakanlar aramıza katılabiliyor. Eşi, böyle bir dünyaya çocuk getirme tedirginliği içinde Keret ise her şeye rağmen umutlu olanlardan elbette “Onu sakinleştirmeye, endişe etmek için hiçbir neden olmadığını söylemeye, o büyüyünceye kadar Ortadoğu’da her şeyin yoluna gireceğine ikna etmeye çalışıyorum; barış gelecek, terör saldırıları bitecek ve kırk yılda bir de olsa olup bitenleri mükemmel bir biçimde ifade edebilecek özgün, farklı bir bakış açısına sahip birileri bulunacak”.
Ortadoğu gibi bir yerde yaşamanın bizzat kendisi mayın tarlasında yürümek gibi, ama işin en ağır yükü de çocuk yetiştirmek olsa gerek. Keret’in kitap boyunca bize böyle bir coğrafyada ebeyevn olma halleri oluyor. Sakince geçmesi ön görülen bir park gezmesinde, karşılaşılan yakın arkadaşlardan birinin Lev’e büyüyünce ne olacaksın sorusu ortalığın buz kesmesine neden olabilir. Her Yahudi asker doğmuyor! Keret, oğlunun asker olma fikrinden, imgesinden oldukça rahatsız oluyor doğal olarak. Pastırma öyküsü ise tam Keret’in tarif edebileceği türden bir durumu anlatıyor. Bu hikâyede Keret ailesi, füze saldırısı tehdidinin tam ortasında kalıyor; gökyüzünde siren sesleri beliriyor. Keretler can havliyle kendilerini arabadan aşağıya atıp, birbirlerini korumaya çalışıyorlar. Keret, küçük oğlu Lev’in durumdan etkilenmemesi için ona bunun bir oyun olduğunu kendisinin ve annesinin ekmek olduğunu Levi’nde pastırma olduğunu söylüyor. Lev, bu oyundan çok memnun kalıyor, daha sonra şiddetli bir gürültü ortalığı sarsıyor. Bomba tehdidi sona eriyor, Lev ise bu oyundan çok memnun kalıyor yeniden oynamak istiyor. Geriye insandan bir sandviç diğer tarafta etrafa saçılan bombanın parçalarını toplamak için koşturan çocuklar kalıyor; Lev’e göre bomba parçası edinmek çok havalıymış.
Gerginliğin ve tansiyonun bu denli yüksek olduğu bir coğrafyada ise arkadaşlık da gündelik hayat da farklı bir boyut alıyor. İran’dan bir anda gelebilecek bir nükleer füze tehlikesinin kira gelirine olan etkisini kara kara düşünen arkadaşlar Keret’in kapısını geceleyin tedirginlikle çalabiliyor. Ya da yazar bomba saldırısı tehlikesinde eski dostlarla karşılaşılıyor, “şu lanet füze olmasaydı birbirimizin yüzünü göremeyecektik” cümlesi dostlar arasında dolaşıma girebiliyor. Kibrit Çöpü Savaşı öyküsü bu durumu anlatıyor. Etgar Keret, Ders verdiği üniversitede, patlak veren saldırı sinyali esnasında, sığınakta eski dostuyla karşılaşıyor, bir tarafta gerginlik ve siren sesleri diğer tarafta eski dostla karşılaşıyor. Böyle bir ortamda iki dost arasında kaybolan yıllarda değişen bedensel durumlar göze çarpıyor, bu süre zarfında neler yapıldığı konuşulabiliyor. İnsan her durumda her şeye alışabiliyor, kendi normalini tahsis edebiliyor. Bizi biz yapan en önemli şey birbirimizle olan bağımız değil mi zaten.
Yazar, kitap boyunca herkesin yaşayacağı türden olaylarla, durumlarla karşılaşıyor bu süre zarfında. Baba olmanın zorlukları, Orta Doğu’da ebeveynlik yapmak gibi güçlükle boğuşma, Lev’in meraklı ve çoğu zaman cevaplaması zor sorulara yanıt verme gerginliği, ailesiyle, anne ve babasıyla olan ilişkileri yazarın yedi yılının saç ayağı oluyor. Angry Birds oyunu yüzünde eşi ve annesi arasında yaşanan hararetli tartışmalar yaşanabiliyor. Ya da bir yazar olarak dünyayı dolaşan Keret, bizim kontrolümüz dışında edindiğimiz kimliklerimizin yaratmış olduğu saçmalıklarla boğuşuyor, ön yargılar, saçmalık derecesindeki milliyetçilikler; yazarın yedi yılında onunla birlikte dolaşıyor. Ya da Polonya’da dünyanın en küçük evinde yaşayıp, belleğinin derinliklerinde Holokost geliyor.
Hayat oldukça kısa, üstelik doğar doğmaz ayağa kalkıp, konuşmaya başlayıp, işimizi gücümüzü yapıp, dünyanın kaosuyla, gerginliğiyle boğuşmamız gerekiyor. Uzay boşluğunda süzülen mavi küçük bir top fazlasıyla stres taşıyor. Bombalar, virüsler, hastalıklar, bir kâbus gibi peşimizi bırakmıyor; kabul edelim artık hepimiz emekliliğimizi istiyoruz. Hayatın ağırlığı artık birazcık da olsa hafiflemeli, şöyle hepimiz sakince gün batışını izlemeliyiz. Şu yaşadığımız kısacık zaman dilimini biraz hafife alıp, yaşananlar dalga geçmeliyiz, başımıza ne geliyorsa fazla ciddiyetten geliyor zaten. Modern insanlar olarak kendimize fazla mı sorunlar çıkarıyoruz acaba?
Etgar Keret’in Yedi Güzel Yıl kitabı, insan denen varlığın kısa ama zorlu ömrüne odaklanıyor, büyümenin, yaşlanmanın, çocuk sahibi olmanın sıkıntılarını ya da savaş, virüs gibi zor zamanlarla başa çıkma yöntemlerini, Nermi Uygur’un değişiyle “yaşama sanatı”na yoğunlaşıyor. En çok da hayatı hafife alarak, ciddiye almayarak sürdürmenin öneminden bahsediyor. Böylesine kaotik bir zaman diliminde Keret hepimize iyi gelecek.
edebiyathaber.net (27 Mart 2020)