Söyleşi: Soner Sert
“Nasıl bir dünyada yaşadığımız kadar, yakın gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımız da önemli. Üstelik geleceğin dünyası eski dünyadan çok daha hızlı geliyor yeni nesillere. Sanayi devriminden önce hayatın akışı çok daha ağırdı. Meslekler oluşmamıştı, sendikalar yoktu, çalışma saatleri belirsizdi. Sanayi devrimi modern dünyayı şekillendiren ve bugün bize sıradan gelen çok sayıda kavramı hayatımıza soktu. Bilgi devrimi ise yakın geçmişte hayal edemeyeceğimiz binlerce kavramla karşımızda. Artık piksellerle, baytlarla, selfielerle konuşuyoruz. Sosyal medyanın oluşturduğu yeni bir dilimiz var ve cep telefonumuz olmadan sokağa bile çıkamıyoruz. Bu kitap, hayatımızdaki tüm bu değişimleri görmek ve gösterebilmek için yazıldı.” sözleriyle kitabının yazılış amacını açıklayan Murat Erdin’in A7 Kitap’tan çıkan Parmaklarıyla Düşünen Dünya kitabı, bugünü anlamak ve geleceğini yorumlamak niyetiyle yazıldı.
Geleceği sadece anlamakla yetinmeyip, onu değiştirmeye, bu değişim çabasına dair bir tartışma açmaya çalışan kitap hususunda, yazarı Erdin’le bir araya geldik ve çalışmasını konuştuk.
Klasik olarak başlayım. İlk olarak tanıyalım sizi?
İstanbul’da doğdum. Bu kentin ruhunu özümseyerek büyüdüm. Fatih, Eminönü, Beyazıt, Karaköy, Tünel ve çevresini hala severim. İstanbul’un kısa zamanda imparatorluk kimliğini kaybederek hiç kimseye ait olmayan bir beton diyarı haline gelmesine üzülüyorum. Pertevniyal Lisesi’nde okurken Aksaray’ın küçük esnafıyla konuşurduk. Ara sokaklarda gezinirdik. Şimdi hiçbiri kalmadı. Üniversiteyi Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi’nde okudum ve oradaki dokunun hala duruyor olması biraz içimi ferahlatıyor. Ara Güler’in deyişiyle İstanbul bir deli saraylıdır ve o deli saraylının çekmecelerinde eminim hala binlerce saklı mücevher var. Onları bulup çıkartacak insanların sayısı giderek azalıyor. Çünkü gerçek İstanbullular azalıyor. Ben çocukken babam bizi boğaza çay içmeye götürürdü. Emirgan’da çay içerken sadece denizden geçen gemilere değil çevremizde oturan İstanbullu hemşerilerimize de bakardık ve onların ne yaptığına dikkat ederdik. Şimdi baktığımda çevremde gördüklerime üzülüyorum. Ben İstanbul’a üzülen biriyim çünkü geçmişteki insanlar ve yaşananlar benim için önemli. Düzgün bir gelecek, geçmişin kadrini bilmekten geçiyor.
Çalışmanızda genel olarak imajların dünyası üzerinde durduğunuz söylenebilir. İmajlar, sizce günlük hayatı algılayış ve değerlendiriş sürecinde ne tür yanılsamalar sağlıyor? İmaj olgusu bireyi kandırabilir mi?
Doğrusunu isterseniz imajlar değil sadece. Çünkü bunlar hayatımızın sanal gerçeklikleri, yani asılları. Algılar ve imajlar hayatımızın tamamı haline geldi. Sorduğunuz soru yanıtı içinde barındırıyor. Metaverse denilen gerçeklik sanal dünyada kurulan bir dünyayı içeriyor ve bu dünya gerçekliğin yerini alıyor giderek. Çevrimiçi bir dünyada yaşıyoruz. Ekranlar hayatın, emojiler harflerin yerini aldı.
Kitabınızın bir yerinde, “Oysa yaşadığımız dünyayı değiştirebilmek her insanın hayalidir.” diyorsunuz. Reform mefhumunu bir yana bırakırsak, burada kişisel ya da toplumsal bir devrimden bahsettiğinizi söyleyebilir miyiz? Gerçekten her insanın içinde bir değişim umudu var mı?
Kesinlikle var, yoksa yaşayamazdık. Bunun adı eskiden devrim umuduydu şimdi ne demek gerekir bilmiyorum. Herkes hayatını değiştirme umuduyla yaşıyor. Sınıf atlamak, daha iyi bir hayat yaşamak herkesin hakkı. Bu isteği yadsıyamayız. Ama eski dünyadan önemli bir fark var. Geçmişte devrimciler bunu sadece kendileri için değil tüm halk için isterdi. Toplumcu bir dönüşümden söz edilirdi. Şimdi herkes bireyselleşti. Herkes her şeyi önce kendisi için istiyor. Akıllı telefonlar ve bireyci teknoloji herkesi kendi kabuğuna kapattı. Değişim umudu da teknolojik ürünlerin kişiselleşmesi gibi kişiselleşti.
Çalışmanızın bir diğer öne çıkan tartışması, hayal kavramı… Hayal etmenin, insanlığın büyük serüveninde belirleyici olduğunu söylüyorsunuz. Bu bağlamda gelenek nereye düşüyor peki? Hayal etmek ve gelenek arasındaki tartışmayı nasıl açıklarsınız?
Bence bir tartışma olmamalı çünkü hayaller geleneklerden de beslenir. Dünyada bilim kurgu edebiyatının en çok geliştiği ülkelere bakarsanız çoğunun muhafazakâr demokrat ülkeler olduğunu görürsünüz. Dine ve geleneklere bağlılık değil, bunu bir ideoloji haline getirmek sorun oluyor. Bu yüzden İslamcı hükümetler tarafından yahut diktatörler tarafından yönetilen ülkelerde ne hayal kuran insan yaşayabiliyor ne de hayal kurmaya dayalı kültür ve sanat ürünleri gelişebiliyor. Gelenek, geleceğin önünü kesmez. Doğru düşünmeyi bilen toplumlar kendi gelenekleriyle geleceğe bakmayı bilirler. Asimov’un, Wells’in, Orwell’in, Ursula LeGuin’in romanlarındaki kahramanlar kendi toplumlarının ruhunu taşırlar. Star Wars’ın kahramanları ait oldukları kültürü yaşatacak davranışlar içindedir. Jules Verne’in tüm kitaplarında bu durumu görürüz. Hayal kurmak kendi kültürüne bir reddiye değildir.
Teknolojinin ve onun getirdiği iletişim yollarının bireye bir özgürlük alanı bahşettiğini söylerken, otoriter rejimlerin bu hususa karşı duramayacağını belirtiyorsunuz. Bu bağlamda, iktidar olgusunun bilgiyle ne alıp veremediği var sizce? Neden korkuluyor bilgiden?
Çok güzel bir soru. Dünya tarihindeki tüm faşist yönetimlere bakarsanız kitaplarla, yazarlarla, gerçeklerle sorunu olduğunu görürsünüz. Çünkü aydın insanlar ve kitaplar politikacıların istediğini yapmazlar. Gerçekleri onların istediği gibi eğip bükmezler. Hepimiz biliriz ki gerçek dediğimiz şey insanı özgür kılar. Politikacılar ise gerçekleri değil, kendi savlarını dayatırlar topluma. Özgürlüğü değil, tutsaklığı, kendilerine bağlılığı önde tutarlar. Fahrenheit 451’de Ray Bradbury, diktatöre boyun eğmeyen itfaiyecileri yazarken tüm kitapların birer insana dönüşmesini hayal etmişti. Bugün yaşadığımız dünyada insanların her birini bir kütüphaneye çevirebilseydik faşizm ve ona benzer otoriter rejimleri yok etmiş olurduk. Çünkü okuyan insanın yeryüzündeki tüm davranışları değişir. Oy kullanırken, gazete okurken, metroya binerken, karşı cinsle ilişkiye girerken farklı davranır, doğru davranır. Aydınlanma böyle başlar ve büyür. Aydınlanmış toplum iktidarların korkulu rüyasıdır. O yüzden cahil halkın teveccühünü ararlar.
Çalışmanızın bir başka tartışmalarından biri de, internetin modern insanı yalnızlığa sürüklediği meselesi üzerine… Belki de eskiye nazaran insanlara ulaşım daha kolay olduğu için, onların yalnız olduğu hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Tercihler bu noktada ne kadar önemli?
Bu konu sadece insanların tercihlerine kolayca ulaşabilme meselesi değil. Hiç kuşkusuz eskiye nazaran tercihleri ölçebilmemiz çok daha kolay. Ama bu kolaylık o insanları kendi tercihlerinde de yalnızlaştırabiliyor. Örnek vereyim, 10 sene önce erken rezervasyon diye bir kavram yoktu. İnsanlar tatile çıkmak isterdi ve zamanı gelince çıkardı. Şimdi reklamların ve kapitalist koşullanmanın dürtüsüyle insanlar hiç bilmedikleri bir tarihte tatile çıkabileceklerini düşünür oldular ve bu kararı verirken çevrelerinde hiç kimseye olmuyor. Bilgisayarın başında tek başına karar alıp ekrandaki formu dolduruyorlar. Tatil için seçtikleri yerden bile emin değiller. İşte bu bir yalnızlıktır. Tercihlerin bazen hiç önemi olmuyor. Evli çiftler ve çoluk-çocuk sahibi aileler için bile bu dediklerim geçerli. Başka bir örnek vereyim. Facebook’ta 5 bin arkadaşı olan bir delikanlı cumartesi akşamını yapayalnız geçirebiliyor. Çünkü o arkadaşların hiçbiri gerçek değil. Gerçek hayatta varlar ama arkadaş olarak ekrandaki bir sayıdan ibaretler. Bu da bir yalnızlıktır. İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı bu yüzden kuruldu.
Kitabınızın tamamı için bir gerçeklik tartışması yürüttüğünüz söylenebilir. Filozoflar binyıllar önce bu soruya cevap bulmaya çalıştı ve bu husus bugün de güncelliğini koruyor. İşin yazarlık kısmını bir kenara bırakırsak, bir insan olarak gerçeğe ulaşma çabamızı nasıl açıklarsınız?
Bu da çok güzel bir soru. Benden, antik çağdan beri süregelen bir tartışmaya yanıt vermemi istiyorsunuz ama ne yazık ki bunu yapamayacağım. Nietzsche “pişmanlık köpeğin taşı ısırması gibi bir şeydir” der, gerçeklik de böyle bir felsefeyle yanıtlanabilir. Ya da şöyle diyeyim, aşkı aradığımız gibi arayabiliriz gerçekliği. Aşkı tarif etmemiz ve bulmamız ne kadar zorsa gerçekliği bulmamız o kadar zor. Tolstoy hayatın anlamını anlatırken kişisel ihtiyaçlarımızdan örnekler verir. Gerçekliği bir meta olarak tanımlayabilmemiz zor olduğu için olsa gerek. Keşke gerçeğe dokunabilseydik, onu tutup insanlara “işte gerçek bu” diyebilseydik. Bizim gibi toplumlarda maalesef inançlar gerçekliğin yerini almış durumda. “Bana gerçeklerden söz etmeyin, ben inanmak istediğime inanıyorum, bu bana yeter” diyen birisine hangi gerçeği ve gerçekliği tarif edebilirsiniz ki?
Siz aynı zamanda gelecekçilik üzerine kafa yoran bir yazarsınız. Yüz yıl sonrası bir paragraflık bir mektup yazacak olsanız, ne söylerdiniz?
Bu soru bana 80’li yıllarda PTT’nin düzenlediği “2 binli Yıllara Mektup” kampanyasını anımsattı. Güzel bir düşünceydi. Bugünden yüz yıl sonrasına bakmak kolay değil çünkü zaman geçmişe nazaran çok daha hızlı geçiyor. Fransız devriminin Marsilya’nın köylerine 30 gün sonra ulaştığını düşünecek olursak bugünün hızı inanılmaz boyutlarda. Hastalıklar bile teknoloji kadar hızlı yayılıyor. Çünkü ulaşım araçları o kadar hızlı ve hareketli ki durdurmak mümkün olmuyor. Ben yüz yıl sonrasını hayal ettiğimde ulaşım araçlarının hayalimizin ötesine geçeceğini düşünüyorum. İletişim anlık olacak. Hepimiz üzerimizde ihtiyacımız olan her şeyi küçük aparatlar olarak taşıyacağız ve onları düğmeyle değil, ses komutlarıyla yapacağız. Kitaplar yine olacak ama farklı versiyonlarıyla yayınlanacak. TV cihazı bir eşya olarak değil bir yansıma olarak evrim geçirecek ve bugünkü haliyle değil, biz istediğimizde karşımıza çıkacak. Yiyecek kapsülleri öğünleri kaldıracak ve okullar dört duvar arasında olmayacak. Petrole bağımlılık tamamen ortadan kalkacak. Robotlar insanların yaptığı pek çok işi yapacak ve bize daha fazla zaman kalacak. Yaratıcı zekâ ile sanal zekânın birleşimiyle inanılmaz buluşlar ortaya çıkacak. Evden çalışma kavramı kalmayacak çünkü mesai diye bir zaman dilimi kalmayacak, isteyen istediği yerden işini yapabilecek. Sosyal bilimlerde ve demokraside köklü bir paradigma değişikliği yaşanacak. Fikret Başkaya’nın “Paradigma’nın İflası” işte asıl o zaman gerçekleşmiş olacak. Ben de geleceğe böyle bir mektup yazmış olacağım.
Hazırladığınız bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor ?
Yeni kitap çıkıyor. Adı “Diktatörün Gözlükleri” onun çalışmaları var. Deneme kitabı yazmayı seviyorum sanırım. Üniversitede dersler devam ediyor. Öte yandan doktora çalışmalarım da sürüyor. Hayatı anlamlandırabilmek ve sanal gerçekliğe varabilmek için asıl dünyada ölene kadar koşturacağız hepimiz.
edebiyathaber.net (30 Mart 2020)