Doğa, insan ırkından uzak, hür ve coşkun bir baharı yaşarken bizler ancak camlardan veya ekranlardan onun görüntüleriyle avunabiliyoruz bu kez. Bir vakitler insan eliyle cennete dönen bağların, bahçelerin, sahillerin, şimdi ancak günümüz insanının elini doğanın üzerinden çekmesiyle güzelleştiğine şahit olduğumuz günlerdeyiz.
Oysa insanın ilâcı doğadaydı her daim. Botanik tarihine baktığımızda, herhangi bir çiçeğin dahi etkili bir ruhsal tedavi aracı olabildiğini ilk kez Evliya Çelebi’den öğreniriz. Gülnesrin, şebboy, lâle, reyhan, sümbül,… kokularıyla hastaları yatıştırabilmek için nasıl da feda etmişler kendilerini bir vakitler. Ağaçlar ise asırlar boyu her türlü omuz vermiştir insanoğluna. Şu sıralar İstanbul’daki kadim servilerin sitemkâr bakışlarındaki anlamı Abdülhak Şinasi Hisar, henüz o günlerde dile getirmiş gibidir: ‘’Sanki hiçbir âdiliği görmemek için hep göğe ve yükseklere bakar gibiydiler. Bazen de güya manevi bir teessürle başlarını bir tarafa eğerlerdi.’’
Zarif selvinin ölümü temsil eden anlamına karşın tüm görkemiyle arşa yükselen babacan çınar, asırlar boyu yıkılmazlığın ve yaşamın en güzel temsilcisi olmuştur İstanbul’da. Yeri gelmiş meydanlardaki, parklardaki kalabalıklara derin gölgesiyle kol kanat germiş yeri gelmiş bir semt kahvesine serinlik sunmuştur fısıldaşan yapraklarıyla. İşte bu nedenledir ki bir zamanlar koca çınarların yurdu olan ülkemiz için Ahmet Mithat Efendi’nin Fransız hocası Mösyö Bavvier; ‘’Türkiye’ye gidersem çınarları için gideceğim, çünkü Türkiye’nin bir ismi de ‘’çınarlar memleketi’dir,’’ der.
Elbette ormanlara, korulara ve sahil boylarına cömertçe ekilmiş olan kestane, ıhlamur, mavi çam, sedir, yalı çamı gibi İstanbul’un sembolü olan dost gövdeleri de unutmamalı. Bizlerin dahi çocukluğumuzda; ‘’Kestane, gürgen, palamut/ Altı yaprak, üstü bulut…’’ nağmeleri eşliğinde yakından tanış olduğumuz ağaçlar, hanidir görünmüyor çoğu yerde. Ya bir vakitler Boğaziçi’nde denizle dudak dudağa söyleşen yalılara bir kenardan kibarca başlarını uzatıp şahitlik eden meyve ağaçlarına ne demeli?… Ayva, armut, erik, vişne, dut, incir gibi meyvelerin, nadide porselen tabaklara kurularak komşular arasında gidip gelmeleri, nasıl bir huzur meltemi estirirdi bahçelerde kimbilir?… Eskilerde doğaya ve ağaca verilen değerin en güzel ispatı değil midir bir geline yüzgörümlüğü olarak Mihrabad Korusu’nun armağan edilmesi?…
‘’İrem bağı misali’’ sözüyle tasvir edilen Hasbahçeler ile Küçüksu, Kâğıthane, Haliç ve Boğaziçi’ne kurulan bahçelerin ve bahçe kültürünün, çiçek dostu Kanûnî zamanında Avrupa’yı etkisi altına alması, bugün kulağa inanılmaz geliyor. Kefe lâlesi başta olmak üzere lâle de yaklaşık dört bin çeşidiyle endam ederek yine bu dönemde güle rakip oluyor. Lâle, gül ve bülbülün divan şiirlerine konukluğu da başlıyor doğal olarak. ‘’Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâşâda / Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a,’’ beytiyle Nedim’in selvi boylu sevdiğine seslenmesi misali; selvi, nergis, lâle, karanfil, sümbül, gül, gonca gibi diğer çiçeklerin ve ağaçların divan şiirine mazmun olarak yansımalarını sıklıkla görüyoruz. Yıllar geçse, dönemler ve edebî akımlar değişse dahi şiirlerde çiçek unsurundan vazgeçilemediğine örneğin Cumhuriyet Dönemi’nde Edip Cansever’in ‘’Yerçekimli Karanfil’’inde şahit oluruz: ‘’Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun, daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele.’’
Edebiyatımızda lâle, gönüllerde her daim baş tacı edilmiştir. Lâlezarlarda ve lâledanlıklarda alev alev boy gösteren lâle, Anadolu’ya Mevlâna’nın şiirleriyle gelir ilkin ve mum, kan, sâki, şarap, kadeh, yanak, yara, sevgili gibi unsurlara benzetilir şiir dünyasında. Efsaneye göre lâle, bir yaprak üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmesi ve yaprağın o şekilde donup kalmasıyla oluşur. Nazlı çiçeğin göbeğindeki siyah leke ise yıldırımın bıraktığı yanık izidir. Nâbi, dayanamamış ve zarif bir atıfta bulunmuştur bu efsaneye: ‘’Bergler şu’le-i şark olduğunu hep biliriz. / Saklasın ister ise dâğ-ı derûnun lâle’’ (Lâle istediği kadar içindeki yanık yarasını saklasın, biz onun yarasının gönüllerde keyif ve sevinç alevleri tutuşturduğunu biliriz.)
Firdevsî’nin ‘’Şehnâme’’sinin 1600’lü yıllarında görüldüğü kadarıyla Osmanlı’nın, çiçek kültürünü büyük ölçüde etkilediğine şahit oluruz. Bu dönemde ibadet yerlerinde dahi çiçekler kullanılmıştır. Örneğin, Edirne’deki Mehmet Çelebi Camii’nde gül, sümbül, nergis ve zambakların hokkalarda sergilenmeleri gibi nice hoşluklara rastlamak mümkün. Kanunî Dönemi’nde İstanbul’da iki yüzden fazla çiçekçi dükkânının bulunması ise takdir edilmesi gereken bir bilgi olarak karşımıza çıkıyor.
Arşivlerden Osmanlı Dönemi’nde saraylarda -özellikle düğünlerde- kullanılan altın ve gümüş sırma tellerle oluşturulmuş nadide bir zevkin ürünü olan çiçek kompozisyonları bulunduğunu öğreniyoruz. Türkler’de özellikle sevgi ve dostluğun ifadesi olarak kimbilir kimleri ve hangi mekânları süslemiş olan inci çiçeği bize kendini yeniden hatırlatıyor. Uzun yıllar, portakal çiçeklerinin gönülleri açan rengi umut olmuş, kadife çiçeği umutsuzluğu, leylak güveni, sümbül neşeyi, horozibiği değişmezliği sembolize ederek boy göstermiş nâzende bahçelerde. Ege Bölgesi efelerinin başlarını çiçekli oyalarla sarmaları, padişahların kavuklarına iliştirdikleri çiçekler, çiçek desenli kaftanlar, bina kubbeleri, mücevherler, mutfak eşyaları,… sindirilmiş bir tabiat sevgisinin ve değerbilirliğin göstergeleridir.
Osmanlı’dan yakın tarihimize geçecek olursak hele içinde bulunduğumuz bu bahar günlerinde Tanpınar’ı anmadan geçersek haksızlık etmiş oluruz: ‘’Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa o da erguvandır. O, şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Diyonizos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar,’’ der Tanpınar, ‘’Beş Şehir’’de.
Bir medeniyet göstergesi olan çiçek kültürüne Türkler tarafından verilen önemi övgüyle ve hayranlıkla dile getiren onlarca yabancı seyyahtan biri olarak karşımıza çıkan İtalyan gezgin Edmondo de Amicis; ‘’Her biri münasip bir mânâya gelen, her biri bir sıfat, bir fiil, hattâ tam bir cümle olan meyve, çiçek, ot, tüy, taş gibi bir sürü konuşma vasıtaları vardır. Öyle ki bir demet çiçekle mektup yazılabilir,’’ şeklinde kaleme almıştır topraklarımızdaki çiçek kültürü hakkındaki görüşlerini (1981).
Keçecizâde İzzet Molla’nın, bahçelerin ve çiçeklerin zamanla yok oluşuna dair beyti ise bu kültürün yitirilmesiyle günümüzde doğanın ve diğer tüm canlıların aldıkları darbelere bir mersiye misali boy gösterir kitapların sararmış yaprakları arasından: ‘’Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin / Bülbül hâmûş havz tehî gülsitân harâb.’’ (Dünyanın bir bahar mevsimine geldik ki; bülbül susmuş, havuz boş ve gül bahçesi haraptır.)
edebiyathaber.net (22 Nisan 2020)