Söyleşi: Nezihe Altuğ
Zeynep Çolakoğlu ve Orkide Ünsür’ün Karakarga Yayınlarından çıkardığı İstanbul’un Karanlığında adlı öykü kitabını okuduğumda, yeni anlatım olanaklarının çeşitliliğine rastladım. Kendisini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak gören insan, doğanın döngüsel sürekliliğini yaşamına yansıtmak istemiş; doğum-ölüm olgularını “ölümden sonra yaşam” ya da “yeniden doğuş” düşünceleriyle sürdürmüştür. İnsanın yaşamını anlamlandırmak için gösterdiği bu düşsel çaba, zamanın başlangıcından sonuna dek uzanan bir eksen üzerinde çeşitli mitolojik tasarımlar yaratmıştır. Öykü gösterendir; aktaran, yansıtan değil. Dıştakine bakışta, içerdeki sesin rengini önceler. Öykü, geçmişte olana bakarken; geleceğe adım attırır. Bu böyle olmazı gösterendir aslında. Bu bağlamda öykü, bize yaşamda olanı olduğunca yansıtmak gibi bir misyon üstlenmez. Simgesel anlatılar olan mitoslar, efsane ya da destan niteliği taşıyan, inançsal bağlantılar da içeren, olağanüstü durum ve olaylara karışan tanrılara ya da insanüstü varlıklara dair öykülerdir. Bu öyküler, belirsiz bir zamanda ancak kesinlikle insanın zaman kavrayışından farklı bir zaman boyutunda yer alırlar. Belirli bir inancı, düşünceyi ya da ideali aktarma amacını taşıyan mitos, bir alegori niteliğine de sahip olduğu için geniş simgesel anlamların üretilmesini sağlar.
İnsanın yaşamını anlamlandırmak için gösterdiği bu düşsel çaba, zamanın başlangıcından sonuna dek uzanan bir eksen üzerinde çeşitli mitolojik tasarımlar yaratmıştır. Zeynep Çolakoğlu da öykülerinde yaptığı bu yeni anlatım olanakları ile Borges öykülerinde olduğu gibi evren kurguları oluşturmakta ve bu oluşturduğu kurguların özelliklerini yarattığı mekânlara yansıtmaktadır. Jorge Luis Borges, öyküleri ve edebi tespitleriyle edebiyata dayanmış kocaman bir mercektir. Okuyanın damağında bir düş tadı bırakan öykülerinin bazılarında edebiyat dersi verdiğini bile görürsünüz. Zeynep Çolakoğlu’nun öykülerindeki labirent evreni ise İstanbul şehridir. Yazarın İstanbul’un Karanlığında oluşturduğu evren kurguları ve onların bileşenleri hakkında kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdim.
Mitos ve mitsel terimlerinden, “uzak bir geçmişin açıklanması” anlamını çıkarmak gerekir. Ancak mitsel düşünce, asla insan düşüncesinin “geri” bir aşaması değildir. Hâlâ yaşayan, insanın ontolojik kavrayışlarını düzenleyen düşünsel ve psikolojik bir olgudur. Bu anlamda mitos, doğrudan bilinç alanıyla bağlantılı olarak ele alınabilir. Zincir, Ateşaltı, Ada öykülerinin yer aldığı birinci bölümde bilinçaltınız bize Borges’i mi işaret etti?
Mitolojiler, insan davranışlarını anlamak için çok hoş bir kaynak işlevi görmekte. Freud, psikanaliz çalışmaları yaparken, Nietzsche felsefesini kurarken mitolojileri, mitleri, tarihi kahramanları ayrıntılı incelemişti. Borges de edebi yazında benzer bir yaklaşım sergiledi. Benim derdim de öyküler aracılığıyla zihnin derinliklerine dalmak, olayları, duygu durumlarını anlatırken, eleştirel bir bakış geliştirmek ve sembolizmin araçlarını kullanarak adeta rüyalar gibi farklı bir anlatım gerçekleştirmek. Doğrudan bir anlatım yerine konuyu daha farklı açılardan değerlendirmeye olanak veren mitlerden beslenmek bence öyküyü ilginç ve de güçlü kılan şeyler arasında. Borges bu noktada beni gerçekten etkileyen yazarlar arasında olmuştur. Birinci bölümün son öyküsü Ada’nın karanlığında parlayan iki yıldızdır Borges ve Arnold Böcklin.
Borges, hikâyelerinde kullanmış olduğu, tekrar eden ve çoğaltan mekânları ve bireyin diğer olasılıklarıyla karşılaşmasını hikâyenin bütününde de kullanmıştır. Papini’nin Kaçan Ayna kitabı için Babil Kitaplığı serisinde yazmış olduğu önsözde, gençlik yıllarında okuduğu bir yazar olarak tanımladığı Papini’yi, o yıllarda algılayamadığından, ancak okuyup daha sonra unutarak belleğine aktardığı bu yazara karşı gönül borcu olduğundan bahseder. Bireyin kendisiyle karşılaşarak farklı olasılıklarını yaşayabilmesi konusuna Papini’nin Kaçan Ayna kitabında yer alan “Havuzda İki Yansı”, Borges’in ise Alef kitabında yer alan “Asterion’un Evi” ve “Yolları Çatallanan Bahçe” ile Kum Kitabı’nda yer alan “Öteki” öykülerinde rastlarız. Siz Borges’ten nasıl etkilendiniz? Sizin kahramanlarınız ne yapmak istedi?
Alef, Ateşaltı öyküsünde baş karakter olan bir seri katilken, Ada öyküsünde, yazarların ruhlarını ölümle yaşam arasında kalmış bir yerde tuzağa düşüren bir hapishane. İlki, sanatın dönüştürücü gücünü gotik vurguyla simgelerken, ikincisi yaşayan ve çoğalan bilginin gücünden duyulan korkuyu anlatıyor. Alef’in öykülerde tekrarlı kullanımı Borges’e bir saygı duruşu niteliğinde. Taşıdığı anlamdan bahsetmek gerekirse, Alef, İbrani alfabesinin ilk harfi olup, Borges evreninde ve Cantor’un matematik kuramında sonsuzlukla ilişkilendirilir. Mühendislik kökenli olup, nonlineer matematik üzerine çalışmış biri olmam nedeniyle, Borges’in, sonsuzluk kavramı üzerine matematiksel soyutlamayı kullanarak işlediği eserleri merakla okuduklarım arasında olmuştur. Bireyin kendisiyle karşılaşmalarına örnek olarak ise ilk kitabım Mina’dan bu üç öyküye sızan karakterleri örnek verebilirim. Farklı adlara bürünse de Mina, Medea ve Maya aynı kişiler. Ama içinde bulundukları öykünün atmosferini benimseyerek yaşamlarında yeni patikalar açıyorlar. Öyküler arası seyahat edenler arasında tuhaf bir bitki de var; adı Taşkıran. Bu ismini Zincir öyküsünde kazandı, oysa Mina’dan beri yaşamla ölüm arasında bağ işlevi gören kırmızı damarlı, sarı çiçekli, sadece istediği yerde yetişen ve öykünün sonunu belirleyici bir rol üstlenen örümcek bedenli bir canlı.
Borges, yazını bir canlıda olduğu gibi yaşayan ve büyüyebilen bir varlık olarak gördüğünü ifade eder. Dünya edebiyatı da ona göre bir ormanı oluşturmaktadır. Bu orman “kendi içinde karmakarışık, sürekli büyüyen, bizi de yutan” bir ormandır. Ayrıca, Burgin ile yapmış olduğu söyleşide, Borges’in ifade ettiği üzere, kaçınılmaz bir imgeyi tekrar kullanma pahasına da olsa Borges, bu ormanı bir canlı labirent olarak nitelendirmektedir. Aynı zamanda onun canlı bir karıştırmaca da olduğunu söyler. Ancak Borges’e göre labirent daha “gizemli” bir kelimedir. Sizin labirentinizin gizemi bize hangi kelimeyi ve hangi dünya edebiyatını işaret eder?
Öyküler, okurla buluştuğu andan itibaren kendine özgü bir serüvene sahip olur. Artık okurlarla yazar aynı mertebedir, bu ormana ya da evrene giren herkes kendi kalp atışları eşliğinde bir şeyler keşfeder ya da boğazına kadar tökezler. Öykülerimde yer alan her isim, rakam ve tarihin mutlaka sembolik bir anlamı var. Yazım aşamasında peşimi bırakmadıkları için hepsi öykünün birer parçası oldular. Ada öyküsünde, Maya, hayatının fırsatı bir anlaşmayı imzalamak üzere İstanbul’dan Tekirdağ’a giderken bağların arasında yirmi bir kilometre kadar yol kat eder. Ölümüne imza attığı bu anlaşma, ölüm anında kaybedilen ağırlık olan yirmi bir grama karşılık geliyor. Bu nedenle benim labirentimde karşınıza çıkan sıradan görünümlü herhangi bir şey; bir tarih, rekolte ya da mesafe gizemin bir parçası olabilir, dolayısıyla işaret ettiği edebiyat evrensel, zamanı da gotik’tir.
Borges’e göre yapı, sonsuza kadar ilerleyen altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Sonsuzluk aynı zamanda da çoğalma durumu ayna ile kendi içinde de arttırılmaktadır. Babil kitaplığında yer alan her kitap birbirinden farklı olmakla birlikte, bu kitapların mekânı olan kitaplığı oluşturan dehlizlerin hepsi birbirinin aynısıdır. Bilinen ve bilinmeyen dillerde yazılmış kitapların varlığının yanında, kargaşa, aynalar ve sayısız hücrelerdeki sayısız kitap raflarının sonsuz tekrarı kütüphanenin yapısından kaynaklanmaktadır. Bu kendini tekrar eden kütüphane yapısı, Borges’in hikâyenin başında belirttiği cümleye göre evren ile aynı karaktere sahiptir. Bireyin evren içindeki hareketleri ile araştırmacının kitaplıktaki hareketleri örtüşmektedir. “Babil Kitaplığı” hikâyesinde, ilk ilgi çekici düğümle kütüphanenin mimari yapısında karşılaşırız, dehlizlerin altıgen yapısı ve bu yapının sonsuz tekrarıyla birlikte mekânın içindeki sayısız kitap ve aynaların mekânı kendi içinde tekrarlama özelliği Borges’e göre sonsuzluğa söz veriyor. Hikâyenin başlangıç cümlesi, kütüphane ve evreni eşanlamlı saymaktadır. Araştırmacı, kitaplıktan bilgi edinmeye, bu uğraş umutsuzlukla bütünleşen bir depresyona ve intihara doğru gitse bile devam etmektedir. Sizin öyküleriniz bize tam da bunu mu anlatmak istiyor? Sizin geometrik şekliniz hangisi? Öykülerinizin dehlizlerinden biraz bahseder misiniz?
Zincir’de arzunun yaşama yönelik çığlıklarına kulak verdim, Ateşaltı’nda her şeyin yok olmasına dair yıkıcı bir tutkuyu işledim. Ada’da ise bu ikisini de kapsayacak şekilde sonsuzluk ve bengi dönüş fikrine odaklandım. Öykülerim için bir geometrik şekilden bahsedeceksek bu kesinlikle bir “garip çeker” olur. Tuhaf zamanlara bölünmüş “Ada” öyküsü yeni ayla başlayıp garip çeker zamanı ile son bulur. Garip çekerler, kaos matematiğinde incelenir, başlangıç noktalarındaki küçük değişimlerin büyük etkiler yarattığını gösterir. Buna gündelik hayattan verilebilecek en güzel örnek başlangıç noktalarına hassas bağlılıktan dolayı uzun süreli hava tahminlerinin yapılamamasıdır. Üç boyutlu uzayda, kendini hiç kesmeden bir yörünge içinde dolanan bu noktalar kümesine “garip çekerler” denir. Matematiksel bağlamdan uzaklaşıp sözcük anlamıyla düşündüğümüzde, “Ada” öyküsünde, açıldığı sayfaya göre değişerek yazılmaya devam eden bir kitap ve bu kitapla kurduğu ilişkiye göre yeri değişen bir ada var. Asla kesişmiyor ya da buluşmuyorlar, tek yaptıkları aynı yörüngede sonsuz olasılıkta dolaşıp durmak. Burada yapmaya çalıştığım şey, çizgisel olmayan bir bakış açısına sahip, periyodik olmayan kaos öyküleri yazmaktı. Her üç öykü içinde de yazılmakta olan kitaplar var ve bunlar kaos evreninde, her boyuttaki parçasında kendine-benzerlik taşıyan fraktalleri temsil ediyor. Kitap içinde kitap fikri, öykü evrenindeki karakterlerin hatta bu evrene giren herkesin birbirine benzerliklerinin sonsuzlukta bir tür modellemesini yapmaya çalışıyor.
“Alef”, Borges’in Alef isimli kitabının son öyküsüdür. Sizin öykülerinizde de Alef var. Borges, “Alef”de sınır/sınırsızlık paradoksunu bir tema olarak işlemiştir. Sınırlı koşullar içinde sınırsız olanaklar simülasyonuna sahip olan, sınırsızlık illüzyonu içinde sınırın bilincine varan kahramanlar yaratmıştır. Bu öykünün odak noktası, Borges’in tüm evreni içine aldığını ifade ettiği oluşumu görme anıdır. Öykünün kurgulanışı ile öyküde anlatılan durum çakışmaktadır. Bu deneyimin gerçekleştiği an, öykünün merkezinin oluştuğu andır. Öykünün diğer bölümleri de bu durumun kapsamı içindedir. Ayrıca Borges, bu deneyimi yaşamak için Buenos Aires’de bulunan bir yeri tercih etmiş ve bu kentin gizemine inanmıştır. Siz bu deneyimi yaşamak için Orkide Ünsür ile İstanbul’u seçtiniz. Bu kitap için bu seçim doğru mu? Siz bir inceleme yazarı olsaydınız İstanbul’un Karanlığında geçen Zeynep Çolakoğlu ve Orkide Ünsür öyküleri arasındaki farklılıkları nasıl anlatırdınız? Her iki yazarın sınır/sınırsızlık kavramına kendi tarzını kullanarak bir gönderme yaptığını söyleyebilir miyiz?
Orkide Ünsür ile yollarımızın kesişmesi güzel bir anıya dayanıyor. Sevgili Altay Öktem, Pul Biber Dergisi Temmuz 2016 sayısı için “Tekinsiz Kadınlar” adında bir dosya hazırlamıştı. Türk korku edebiyatında kalem oynatan üç kadın yazara yer vermiş ve bizleri konuk etmişti. Diğer yazar arkadaşımız da Özge Göztürk’tü. Birlikte yaptığımız ilk çalışma ise Orkide Ünsür’ün derlemesini yaptığı, Bilgi Yayınevi’nden çıkan, dokuz kadın yazarın yer aldığı, İstanbul’un tarihî binalarını mekân olarak kullanan “Karanlıktaki Kadınlar” antolojisi ile oldu. İstanbul, topraklarında yaşamış nice kültürlerin zenginliğini taşıyan, modern yaşamın ıstırabını da en derinden hisseden, düşlediğiniz “zaman” ve “mekâna” göre nice efsaneleri kucağınıza dökmeye hazır bir kara inci gibidir. Sevgili Orkide Ünsür ile biz, İstanbul’un büründüğü nice halet-i ruhiyeleri farklı bakış açılarından ele alan, bağımsız iki üslup, iki farklı ses ve sonsuzluğun içinde kıvranıp dururken sınırlarını aşmaya çalışan iki tutkulu yüreğiz.
Yirmi ikinci yüzyılda artık korku egemendir. İnsanoğlu artık neredeyse kurtulması olanaksız bir yazgıya dönüşmüş olan kuşatılmışlıklarını yazıyor. Çünkü insan, hemcinsleriyle insanca bir dil aracılığıyla iletişim kurabilme, böyle bir dille insanca tepkiler uyandırabilme olanağından yoksun kalmıştır. Borges’i okurken ya da onun okuduklarını okurken bir ayna ve benleşme durumu söz konusudur. Okurun yazılan/okunanla özdeş olma hâli. Bir okur olarak Borges, belki de öyle olduğu için yazmıştır. Kendi yazı evreninin dinamosu kılmıştır bütün bu okumalarını. Neredeyse göndermesiz bir metni, imgesiz bir kurmacası yoktur. Dönüşen bir Borges sizi de dönüştürür. Şu mudur bu? Okurken de yazarken de başkalaşırız, bir başka “ben” oluruz. Yazma ve yaratma cesaretiyle oluşan dehşet ve gerilim hallerinizi mi bize yazdınız? Neden korku ve gerilim türlerini seviyorsunuz? Sizi buna yazmaya iten sebepler nedir. İnsan insanın korkusu olarak kaldığı sürece güncelliğini ne yazık ki “korku ve dehşet” yitirmeyecektir. Güncel olmak için mi hep Karanlık Öyküler yazıyorsunuz? Ya da böyle bir dille ancak insanca tepkiler alıyorum diyorsunuz?
Yazmak benim için bir hesaplaşma gibi. Öykülerimde vücut bulan sembolizm, bilinçdışını belki de böyle daha iyi anlayabiliriz diye kullandığım bir yöntem. Bunlar elbette nereye çıkacağını bilmediğim bir yolda topladığım anlamlı işaretlerden fazlası değil. Kitap tamamlandıktan sonra başlıyor her şey. Yaşamı, ölümü, sonsuzluğu irdelemek üzere kitapla birlikte düşünme eylemlerine başlıyorum ben de. Korku ve gerilim de hayatımızın bir parçası. Karanlığın ise gotik kültürünü besleyen estetik bir damarı var. Bu türde yazmayı seçmemin nedenine gelince Nietzsche’vari bir taraf tutma olduğunu söyleyebilirim. Çünkü ben de Dionysos’un yarattığı kaotik esrimeyle, tansiyonla, heyecanla yaşamın olumlanacağını ve bireyin kendisini aşacağını düşünüyorum.
Sonuç
Tüm bu anlatılanlara ve yazılanlara baktığımızda, her bir yazarın kurduğu geliştirdiği anlatım tekniğiyle hayatın farklı yanlarının anlatımına yöneldiğini gözlemleriz. Zeynep Çolakoğlu’nun öykülerinde oluşturduğu labirent yapısı, Borges gibi evren kurgusunu kapsamaktadır. Labirent öğesi Borges Edebiyatının tümü için evrenin kurgulandığı ve farklı boyutlarda ve malzemelerle, tekrar edilerek kullanıldığı temel unsurdur. Hem tekrar edilerek evren kurgulanır hem de evrenin bütününü simgeler. Bu yapı evren kurgusuyla yazınını paralel hale getirmektedir. Bu evren hem bireyleri içine almakta hem de bireyler tarafından gözlenebilmektedir. Ele aldığı/ilgi duyduğu bir konunun izini sürer, dillendirilenleri bulup çıkarır; sonra da kendi sözüne getirir diyeceğini. İşte onun asıl zekice buluşu burada gelip okurunu yakalar. Zeynep Çolakoğlu düşü düşünceyle, aklı zekâyla, bilgiyi imgeyle buluşturur. O, yazdığı öykü ve romanlarının konusunu çoğunlukla okuduklarından çıkarır. Oradan aldığı esinle yaşam bilgisinden de renkler katar. Ama bunlar sınırlıdır, hatta belirleyicilik bile taşımazlar. Bu anlamda Zeynep Çolakoğlu taşıyıcı bir bellektir. Anlatılarını zaman zaman belirsiz bırakması, çokanlamlılık yükleme sevdası bir eksiklik olarak görülebilir mi bilmem ama bence, bu iki temel etmen onun anlatısının asıl dokusunu oluşturur. Nasıl ki Borges akıl çağı ile düş çağını buluşturdu. Zeynep Çolakoğlu’nun labirent evreni de mitoslarla edebiyatı buluşturdu. Bu oluşturulan mekân, okurda farklı deneyimler oluşmasına sebep olmaktadır. Tanımlanan mekânın katmanlı ve girişik yapısı nedeniyle her birey içinden geçtiği mekânlara farklı anlamlar yükleyip, farklı biçimde yorumlama olanağı elde etmektedir. Zeynep Çolakoğlu; edebiyatla birlikte Black Metal Chronicles’ta underground müzik piyasasının da nabzını tutarken, iyi bir degüstatör olduğunu, kendi hayatını da metinlerinde oluşturduğu mekânlarla örtüşecek bir biçimde, kaliteli bir şarap seçimi tadıyla yazarken gizemli bir öğretiyi de anlatıyor. Kaleme aldığı hikâyelerde fantastikle mitolojiyi, hayal ile gerçeği ustaca harmanlayan öykücümüzün, Büyülü Sözlük ve Mina kitabını da düşlediğimizde Zeynep Çolakoğlu’nun da bir büyücü olduğunu söyleyebilirim.
edebiyathaber.net (27 Nisan 2020)