Bir kitap düşünün, yayımlandığı günden bu yana üzerine yazılar, eleştiriler hiç eksilmesin hatta üzerine yazılan yazıların bir araya getirildiği bir kitap, sırları için ayrı bir kitap ve yirmi beşinci yılına özel ayrı bir kitap çıksın. Hiç kuşkusuz adı Kara Kitap olan bu roman daha uzun yıllar edebiyat dünyasını meşgul edecek. Kara Kitap; kurgusuyla, karakterleriyle ve sırlarıyla dikkate değer bir roman. Orhan Pamuk’un ilk dönem romanlarından biri olan bu eserde postmodern roman tekniklerini sıkça görüyoruz. Ama eser teknik ayrıntılardan ziyade kimlik arayışı ve bunun ortaya çıkardığı felsefi yorumlarla daha çok dikkat çekiyor. Bütün hikâye boyunca kaybolan karısını arayan bir avukatın “kendini bulma” yolculuğuyla karşı karşıyayız. Bu yolculuk, kitabın esin kaynakları olan Hüsn ü Aşk, Mesnevi-i Manevi ve Mantıku’t Tayr’da da bir şekilde karşımıza çıkar. Hüsn ü Aşk’ta sevdiği kadın için Diyar-ı Kalp’teki kimyayı bulmaya giden Aşk, Mantıku’t Tayr’da padişahlarını bulmak için yola çıkan kuşlar bir arayışın peşindedirler. İçinde pek çok hikâye barındıran Mesnevi’nin ise şairi Mevlana’dır bu kez yolculuğa çıkan. Kaybettiği Şems’ini bulmak için Şam yollarına düşer. Bütün bu yolculukların ortak noktası maksadın yolculuk değil arayışın kendisi olmasının anlaşılmasıdır.
Romanın ana karakteri Galip, kaybolan karısı Rüya’yı aramaktadır. Amcasının kızı olan Rüya ile çocukluklarında sürekli oyunlar oynayan Galip, zamanla ona âşık olmuştur. Rüya’nın üvey abisi Celal ise her ikisinin de hayran olduğu bir köşe yazarıdır. Romanda Rüya, sadece bir olaydaki diyaloglarıyla yer alırken Celal ise hiç yer almaz. Okuyucu onu gazetede yayımlanan köşe yazılarından tanır. Kitap, Galip’in arayış hikâyesine koşut olarak Celal’in köşe yazılarıyla ilerler ve anlarız ki Celal’in yazıları, Galip’in hikâyesi için yol gösterici bir pusuladır.
Orhan Pamuk, başka eserlerinde sıkça kullandığı ayna metaforuna bu kitapta da yer verir. Hikâye boyunca görülenin dışında bir anlam olması gerektiği fikri ayna metaforuyla sürekli karşımıza çıkar. Ayna, bir yansımadır. Bir tarafta duran nesnenin diğer yüzüdür. Romanın pek çok yerinde arayış içinde olan Galip’in Celal’le olan benzer yanlarına veya kişiliklerinin birbirinin yerine geçmesine tanık oluruz. Galip telefonda Suzan yenge ile konuşurken Suzan yengenin “Biliyor musun sesin telefonda gerçekten de Celal’inkine benziyor.” (Pamuk, YKY, 2018, s. 58) dediğini görürüz.
Başka bir bölümde Galip’in okuldan arkadaşı Belkıs, Celal hakkında konuşurken şunları söyler: “Size rastlarım diye Nişantaşı’na çıktığım zamanlarda size değil, aynı kıyafetle ona rastlardım.” (s. 193) Dolayısıyla Galip, arayışına devam ettikçe hayatı boyunca hep özendiği Celal’e benzemeye başlamaktadır. Belki de Celal, Galip’in aynadaki yansımasıdır. Bütün bunlarla birlikte Celal’in köşe yazılarından birinde Galip’in o sıralar yaptığı her şeyi birebir anlatması- ki Rüya’nın kaybolmasıyla aynı gün Celal de ortadan kaybolmuştur ve Celal, gazetenin yeni sayıları için çok sayıda yazıyı önceden yazmıştır- iki farklı kişinin aynı bedeni paylaştığı şeklinde okunabilir mi? Çünkü o köşe yazısı yayımlandığı zaman Galip sevgilisini ararken kimi zaman hikâye anlatılan bir mekâna girer kimi zaman da Belkıs’ın evinde yatar ama çoğu zaman Celal’in yazılarını yazdığı ve herkesten sakladığı çatı katındaki dairesinde, onun eşyaları ve yazıları arasında uyur: “… anılarının izini sürerek kaybettiği sevgilisinin suretini arayan mutsuz aşık olur, şehrin her kapısını açar, afyon içilen her odada, hikaye anlatılan her mecliste, şarkı söylenen her evde kendi geçmişimin ve sevgilimin izlerini ararım. Bu uzun yolculuklarım sırasında hafızam ve hayal gücüm ve oradan oraya sürüklenen benim hayallerim yorgun düşüp pes etmemişse hâlâ, en sonunda, uykuyla uyanıklık arasındaki o mutlu belirsizlik anlarının birinde önüme çıkan ilk tanıdık mekâna, uzak bir dostun evine ya da yakın bir akrabanın boş kalmış konağına girer, belleğimin unutulmuş köşelerini yoklar gibi kapıları aça aça bulduğum odaların sonuncusuna girer, mumu söndürür, yatağa yatıp, uzak, yabancı ve tuhaf nesneler arasında uyurum.” (s. 228)
Peki, Kara Kitap’ın kendisi de bir ayna olabilir mi? Birbirine paralel ilerleyen Celal Salik’in yazıları, Galip’in hikâyesine tutulan bir ayna mı? Kitabın tamamında bize anlatılan –telkin edilmeye çalışılan- nesnelerin, yüzlerin ve kelimelerin ikinci bir anlamı, bir karşı penceresi olması gerektiği düşüncesi Celal Salik’in yazılarıyla desteklenir. Biz Galip’in arayışının içinde kaybolmuşken köşe yazarı, yazılarıyla bize bu hikâyenin ikinci bir anlamı olduğunu anlatır aslında. Böylece Galip’in arayış hikâyesinin Rüya’yı bulma amacıyla değil “kendini bulma” amacıyla yapıldığını gösterir. Bir öze dönüş, kimliğini kavrama meselesidir aslında bu arayış. Galip’in aynaya baktığında sürekli harfleri görmesi de bu arayışın emareleridir. Celal, sürekli ona bir ayna tutmaktadır ve araması gereken şeyin kendisi olduğunu fısıldamaktadır. Galip ise bunu kabullenmekte zorlanır ve aynalara bakmaktan korkar. Galip’in hikâyesi ile Celal’in yazıları birbirine karşı duran iki pencere gibidir kitabın sayfalarında. Ama bu pencerelerden biri, diğerinin aynasıdır. Zaten kendisini ressam olarak gören yazar da bunu, biz kör dilencilerin yüzüne vura vura gösterir: “Ressamın tatlı bir şakayla, kör bir dilencinin eline tutuşturduğu bir kara kitap, aynada ikiye ayrılmış, iki anlamlı, iki hikâyeli bir kitaba dönüşüyor, birinci duvara dönüldüğünde kitabın baştan sonra tek bir kitap olduğu, esrarının da içinde kaybolduğu anlaşılıyordu.” (s. 360).
Kitapta ana hikâyenin dışında; Osmanlı tarihindeki olayları, Mevlana ile Şems’in dostluğunu, Hurufilik inancına dair fikirleri, İstanbul’un sokak sokak dokusunu buluruz. Postmodern romanlarda sıkça gördüğümüz üst kurmaca tekniğini yazar, bu hikâyelerle çok iyi kullanır. Bu sayede zaman zaman bir padişahın tebdilikıyafet serüvenini, bulundukları yerden dışlanan Hurufilerin yaratılış ve yayılış hikâyelerini ya da çağdaş fikirlere sahip bir manken ustasının İstanbul’un yer altına uzanan millîlik çabalarını görürüz.
Orhan Pamuk aynı zamanda postmodern ögeleri kullanmasından yola çıkarak okurlarıyla şakalaşmayı seven, onlara sayfa aralarında bilmeceler soran, zıtlıkları kullanıp bunlar üzerinden okuyucuları gülümseten bir yazar. “Epigraf kullanmayın” diye kendisi de epigraf olan bir cümleyle başlayan kitabın bütün bölümlerinin epigrafla başlaması buna örnektir. Yine Celal Salik’in köşe yazılarının birindeki akrostişten bir adres çıkması ve bu adresin de yazarın oturduğu Pamuk apartmanını vermesi eğlendirici unsurlardan bir diğeri. İlginç olan başka bir nokta ise kitabın içinde Orhan Pamuk’un daha önce yazdığı ve henüz yazmadığı kitapların isimlerinin de bir şekilde geçmesi veya anıştırılmasıdır. “Beyaz Kale” ve “Kırmızı Saçlı Kadın” isimlerinin kitapta yer alması, Rüya’nın eşyalarından bahsedilen bir bölümün “Masumiyet Müzesi”ni hatırlatması dikkat çekici kısımlardır. Bütün bunlarla birlikte tarihin hep tekerrür etmesine, darbelerin değişmeyen mantığına ilginç bir örnek de kitabın bir bölümünde geçer: “Askeri darbe yapacaklar. Ordu içinde küçük bir örgüt. Dinci bir örgüt, bir yeni tarikat. Mehdi’ye inanıyorlar. Vaktin geldiğine inanıyorlar.” (s.218). Bir kehanet olarak değil yaşadığı süreç içerisinde sürekli aynı şeylerle karşılaşan insanların değişim umutlarının olmaması olarak okunabilecek bir kısım.
Kara Kitap, okunması ve anlaşılması zor bir kitap olarak yıllarca anılmasına karşın eğlenceli ve bir o kadar da akıcı bir roman. Tabii sırları ve derin okuması her zaman içinde saklı olacaktır. Fakat çoğu vakit içinde bulunduğu zamandan bıkan, kelimelerin hep aynı anlamlara gelmesinden sıkılan ve biraz da olsa harflerin sırrına erip aynanın öte tarafına geçmek isteyenler için bir köprü görevinde. Çünkü “Okumak aynanın içine bakmaktır.”
Engin Demir – edebiyathaber.net (29 Nisan 2020)