“Bir insanın duyduğu ya da gördüğü
şeyler yaşamın iplikleridir, ve onları
belleğin örekesinden dikkatle
çekebilirse, onların hakkını veren
inanç giyitlerini dokuyacaktır.”
Resul Hamzatov
1./ İz düşüren
“Kendisini yaratan korku,” bir kenara yazıyorum bunu, Edward Bond’un yazdıklarını gözden geçirirken karşıma çıkan kavramlardan biri “korku”… Diğerleri; “şiddet”, “saldırganlık”…
Toplumun masumiyetini nasıl yitirdiğini anlatıyor bize Bond oyunlarında. Onu şimdi, bu ortamda, daha çok okumak istiyorum. Bir oyununu sahnede izlemek daha etkileyici olmalı! Ne yazık ki şu an bundan mahrumuz.
2./ Belleğin kanatlarında
“Katille kurban aynı soydan.”
Sophokles/ “Antigone”
Belleğimde neredeyse kırk yıldır yer eden üç trajik olay vardır:
- Kemal’in baba katilliği,
- Yavuz’un annesini öldürmesi,
- Burhan’ın annesine aşkı ve trajik ölümü.
Her biri eski yunan tragedyalarını andırır. Yaşamımıza iz düşüren bu tür olayları neden yazıp anlatmamız gerektiğini dile getiririm çoğunlukla. Bunlardan yazdıklarım da oldu; öyle ki, yaza yaza biriktirdiklerim de. Sanırım yazmak isteyip de yazamadıklarım daha çok.
Yazınca benden gideceklerinden ürktüğüm için midir bilemem!
3./ Umursanmayan
“Büyülü Ormanlar’da sansarlar, porsuklar
ve tilkiler yaşar, ama onlardan daha güçlü
yaratıklar da vardır, göl ne ağlara ne de
tuzaklara sığabilecekleri gizler.”
Hangi söz sizi çağırır günsüz geceye, adsız mevsime.
Giden gözün yolcususunuz elbette. Derledikçe gören, sezdikçe de bakansınız.
Güneşin aydınlatmadığı, ayın gölgeleyemediği yerdesiniz.
Size sitem, günü karartmak, hiç kimsenin kimsesi olmaktır.
Yeğin olmasa da söz aramızda, her bakışınızın oradan geçtiği bilinendir.
Yaşadıkça hissedilen, gidildikçe keşfedilen bir kıtasınız.
Orada, bir düş ülkesi yaratma alevini taşıyansınız üstelik.
Düşsellik ötesi bir bakıştasınız, zamanın duldasındaki her söz nafiledir; çünkü mutlak gerçeklik sizin imgenizdedir.
Bütün kitapları, defterleri yakın; bütün sözcükleri silin hanenizden; geriye ne kalır bu bakıştan derseniz; gidilemeyen, keşfedilemeyen, umursamadığınız bir kara parçasına yolculuk özleyişi.
Kâhinlere gitmeye gerek yok; herkes kendi menzilinin ışığını kendi alevinden alır.
Bir güle diken olabilmek için, ağacının etrafını gözleri kapalı üç kez dönmek gerektiğini söyleyen kâhinlerin dediklerine inanırım ama!
Son adımda ilk diken sağ gözüne, ikincisi sol gözüne, sonuncusu da kalbine batarmış.
Seven birine; “ölmeyecek kadar yaralı,” demeleri de bundanmış…
4./ “Bakmışsın ki ben yoğum!”
“Karaların Canlanması Üstüne Sohbet” denemesini okuyorum Hikmet Birand’ın, “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitabından.
“Anadolu Manzaraları” ile birlikte başucu kitaplarımdandır bu da.
Her ele alışımda kâğıda kalemi sarılmam da bundandır. Bana yaşamın/doğanın sesini duyurur. Her sözcüğünde bakışının sesini duyarsınız.
Çevre bilinci, doğa bilgisi/bilinci/sevgisi üzerine yazılmış benzersiz kitaplardır.
Sevdiğim bölümleri defterime yazdığım olmuştur. İşte bunlardan biri:
“-Karalarda hayat serüveni, karaların korkunç macerasını izler. Çok uzun bir hikâyedir bu.
-Ne ziyanı var! Biz de uzun uzun konuşuruz. Sularda hayat geliştiği zaman karalarda durum nasıldı?
-Sularda hayat serpilip geliştiği zaman karalar, bugünkü gibi değil, birkaç adadan ibaretti. Dünyamızın her yanını denizler kaplamıştı. Denizlerde o büyük yosunların, balıkların ve öteki hayvanların türedikleri zamanlar dünyamızda, ikisi kuzey yarısında, biri güney yarısında, üç büyük ada, üç kıta vardı. Sularda gelişen canlılar karaların da büyüme ve oluşmasına yardım ediyorlardı.”
Onun bu kitabında en sevdiğim denemelerinden biri de “Dikmen Alıcının Ardından”dır.
“Tepeye çıktım. Ağaç yoktu. Dediği olmuştu: Bir gün gelirsin, bakmışsın ki ben yoğum! Ağır bir hüzün çökmüştü içime, duramadım orada. Günlük hayatımızın tatsız hayhuyundan ara sıra uzaklaşmak için onun sayesinde kurduğum güzel yalnızlık tahtı onunla birlikte yıkılmıştı.”
5./ Dağılır gökyüzünde sesin
“Ben bir geceyim, sen bir aysın madem,
Gökyüzünde bensiz gitme, istemem.”
Mevlâna/A. Kadir
Bir çınıltı ötedesiniz. Geceniz gece değil. Tanımlanmış sözlerin duldasında her bakış.
Şimdi, nafile deyip geçmenin mevsimindeyiz madem; hadi, unutun kurduğunuz bütün sözcükleri. Alt ata yazıp bir alfabe oluşturun yeniden.
ZAMAN ve ACI arasına ince bir çizgi çekin.
Ne söylerseniz bir eksiktir sonrası için.
Olsun, bırak diğerlerini yazmayı; nasılsa her rüzgâr kendi sesinde yalnız; varınca bendine, bulur hecesini. Otur bir karşılaşma öyküsü yaz önce. Demem o ki; sesini sınayarak git. Örneğin; bir şiir oku dolunaya karşı. O gümüş sesli ozan karşılar seni:
“Ne sen, ne ben
hazır değiliz
karşılaşmaya.
Biliyorsun nedenini.
Öyle sevdim ki onu!
Bu izden git.
Ellerim delinmiş
çivilerden.
Görmüyor musun nasıl
nasıl da yitiriyorum kanımı?
Geriye bakma sakın,
yavaşça yürü,
ve dua et bencileyen
San Gaetan’a.
Ne sen, ne ben nasıl olsa,
hazır değiliz
karşılaşmaya.” (Lorca/Sabri Altınel)
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Mayıs 2020)