Güre dağının eteğinde, bir oba köyünde, gece yapılan “ayink”ten sonra uykum geldiği için kendimi Ayşe Teyzemin sırtında buldum. Feracesinin eteklerini kaldırıp sırtıma kadar çekerek kendisine bağladı. Dar ve zifiri karanlık bir yolda el fenerinin ışığı ile ilerledik. Gözlerimi ara sıra açıp kapatıyordum. Köpek havlamaları, çocuk ağlamaları, konuşmalar, uzaktan gelen davul ve dümbelek sesleri, kahkahalar… Hepsi gözkapaklarımın ağırlığında yok olup gitmişti. Uyumuşum. Sonra bir kapı gıcırtısı işittim. Uyandım. Gıcırdayan tahta merdivenlerden çıktık.
“Hazır mı guzum?” diye seslendi birine. Tahta zemindeki telaşlı ayak sesi birkaç adım sonra beni kucakladı. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp, naftalin kokularının arasına yavaşça bıraktı. Ayışığı, odanın küçücük penceresinden içeriye süzülüyordu…
“Nereye gidiyorsun Ayşe Teyze?” diye seslendim. Kapı eşiğinden geçerken durdu. Yer döşeğinde bağdaş kurmuş oturan bana baktı: “Burdayım ya guzum, uyandın mı sen? Yat hadi! Allah ıratlık vesin” dedi. Yanıma gelip iki eliyle yüzümü tutarak yanaklarımdan ıslak ıslak öptü. Yatırıp beyaz çarşafla kaplanmış saten yorganı üzerime çekti. “Kapıyı aralık bırakıyom, korkma e mi! Bak burdayım, şurdaki sedirde” diyerek, avluya bakan pencerenin önündeki sedire oturdu.
Kim olduklarını bilmediğim birkaç kadın geldi yanına. Ayşe Teyze fısır fısır anlatmaya başladı…
***
Öğle saatleriydi…
Düğün evinin geniş avlusu giderek kalabalık olmaya başlamıştı. Yer ateşinde kazan kazan yemekler kaynarken, bir yandan güneşin kavrukluğunu engellemek için brandalar geriliyor, bir yandan traktörlerle sandalyeler, masalar geliyor, bir yandan da patlayan ampuller de yenileriyle değiştiriliyordu. Köy meydanı bir tiyatro salonu gibi, gece yapılacak “ayink” için hazırlanıyordu.
Davulcu Ali İbrahim, avlunun ortasında davulunu tokmağıyla birlikte havaya kaldırıp indirirken, kendi etrafında dönerek âdeta sema gösterisi yapıyordu. Düğüne gelenler de etrafını çevrelemiş, ilgi ile izliyorlardı.
Govalak Tahir, “Şuna bak aratliğim coştu. Davulu patlıcak gine şinnci” dedi. Olduğu yerden elini ağzına götürüp seslendi: “Akedeş, yetsin gari! Çal bi harmadalı, bak gençle bekleyip duruyola!”
Ali İbrahim, tokmağı art arda birkaç kez daha vurduktan sonra “zınk” diye, durdu. Selam verdi. Alkış kıyamet koptu. Kalabalık, Ali İbrahim’in gösterisinden pek memnun kalmış olmalı ki, bahşişler yere serili kırmızı oyalı yazmanın üzerine su gibi aktı durdu. Hüseyin’in babası keseyi açmış, davulcuyla gırnatacıya epey yüklü bahşiş vermişti.
Gırnatacı Bayram’a gelmişti sıra. Gırnatanın kamışını dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra, gözlerini kapadı ve harmandalına ince uzun bir girizgâh yaptı. Hüseyin’in sağdıçları –avlunun orta yerinde– geniş bir halka oluşturarak yerlerini aldı. Hepsi birlikte kollarını yükseğe kaldırarak ağır ağır oynamaya başladılar. Sağa döndüler, sola döndüler, toprağa diz vurup ortalığı tozuttular…
Hüseyin ise avlunun başka bir köşesinde boynuna geçirilmiş tıraş önlüğü ile damat sandalyesinde iki elini, iki dizine koymuş, suskun oturuyordu. Berber İsmail, resim boyar gibi köpük fırçasını ha bire Hüseyin’in yüzüne sürtüp duruyor, çocuklar ise büyük bir dikkatle elindeki fırçayı seyrediyordu.
Berber İsmail çocuklara takıldı bir ara: “Ee çocuklaa, seneye hanginiz bağaa yamak olcanız bakam?” Çocuklar kıkırdayarak birbirlerine baktılar. Utandılar. Sonra çocuklardan biri ciddiyetle, “Berber olmicim ben İsmil emmi, müendis olcim” dedi. Öbürü omuz silkti: “Ben de olmicim. Almanyi gitcim. Govalak Tahir gibi Murat 124 alcim, anama sözüm va.”
“Eee! Deyive bakam gızanım, urdan mı gelin alcin yoksa?”
“Onun yavuklusu va ya İsmayıl emmi, ecnebi karıyı n’apsın!” dedi çocuklardan biri. Gevrek bir kahkaha attı Berber İsmail… “Ben gelirim İsmayıl emmi” dedi çocuklardan biri. “Kaç para kazanıyon gafa başına?”
Hep birlikte uzun uzun güldüler.“Olum, önce işin inceliğini öğren sonra parii sor. Bazan hiç pişi almazsın. Her şi para diil! Adam olcin adam. Adam olcin ki, adamdan saysınla. Hem size okuman diyen yok ki, okucaasınız tabi. Emme, elinizde de bi zanaat olcak. Bakasınız ilazım olur.”
Berber İsmail, köyün tek berberiydi. Kısa boylu, göbekli, Ayhan Işık bıyıklı, kafasının arkasındaki saçları dökülmüş, elli yaşlarında, tıknazca, babacan tavırlı bir adamdı.. İğne mi yapılacak berber İsmail, sünnet mi yapılacak berber İsmail, diş mi çekilecek berber İsmail çağrılırdı. Köy muhtarından ve imamından sonra berber İsmail köyün en mühim ve saygın adamı sayılır, düğünlere çağrılacaklar arasında listeye en baş onun adı yazılır, keşkeğin en etlisi, yemeklerin en fazlası ona verilir, hatta küçük kaplar içerisine konularak evine sinilerle gönderilirdi.
Davulcu Ali İbrahim ve Gırnatacı Bayram bir kenarda durmuş usul usul “Karyolamın Demiri” türküsünü çalıyordu. Süslü, tül elbiseler giydirilmiş küçücük kız çocukları avlunun ortasında türküye eşlik edip oynuyordu. Öte yandan, Hüseyin, “Vee” dedikçe, sağdıcı Bilal rakı bardağını doldurup doldurup veriyordu. Temmuzun sıcağından mı yoksa içkinin tesirinden mi bilinmez, yüzünü gözünü al bürümüştü. Vakit geçtikçe, Hüseyin göğsünü sıkıştırıp duran kabartıya karşı duramadı. Birdenbire fırladı sandalyesinden. Boynundaki tıraş önlüğünü attığı gibi kollarını iki yana açıp avlunun orta yerine doğru koştu. Berber İsmail’in elindeki ustura az kalsın boynunu kesiyordu!
“Hüsiin!” diye haykırdı Bilal. Peşinden yetişti. Kolundan sımsıkı tuttu. Konuşmaya, sakinleştirmeye çalıştı. Baş edemiyordu. Toprağa boylu boyunca uzanıverdi. Bağıra çağıra, acı bir türkü söyler gibi ağlıyordu. Yavrusunu kaybetmiş bir ana gibi ağıt yakıyordu. Hüseyin’in sesini duyan geldi. Çevrelediler etrafını. “N’luyo bu çocuu?” diye sordular birbirlerine. Hüseyin, toprağın üzerinde bir sağa bir sola dönüyor, vücudu sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu.
Avlunun bir ucundaki gelin evinin perdesi yavaşça kıyılandı. Bir çok kadın başının arasından, omuzlarının iki yanına düşen meliklerinin ucuna gelin telleri iliştirilmiş bir baş uzandı.
Akşam köy meydanında yapılacak “ayink” için hazırlıyordu sağdıçları. Simsiyah gözleri çakmak çakmaktı Nazmiye’nin. Olan biteni bir süre izledi. Sonra da perdeyi sinirli bir el hareketi ile kapattı:
“Fatminge, ne diyo bu Hüsin? Ne atıp duruyo kendini öle yerden yere?”
Fatma, ne diyeceğini bilemedi bir an. Ağzında bir şeyler geveledi: “Yok bi şey guzum. İçmiş, azıtmış, yatmış yere işte. Genç bunna yavrum, iççekle helbet.”
“Ne bilim, başka bişi vamış gibi sanki. Damat olcak insan böle mi yapa! Kaç gündür bi yanıma gelmedi. Zorlan mı varıyom ben buna şinci?”
Fatma da biliyordu bir şeylerin ters gittiğini. “Yok guzum, ne zorlan olcak? Takma kafana böle şileri, akşama düğününüz va bak. Gözee gözee hazırlanam, ayinge az galdı.”dedi.
Hüseyin’in ana-babası gelip oğullarının yanına çömeldi. Anası oğlunun başını alıp dizine yatırdı. Yeni tıraşlanmış saçlarını şefkatli elleriyle okşadı. Elleri kesik saç doldu. Sırılsıklamdı Hüseyin… “Ana!” diyordu.
“Pişman ettin beni be Hüsin!” dedi, anası kederle.
Hamdi Bey acımasızdı. Kasketini çıkardı. Hafif bir fiske attı Hüseyin’in başına. Sonra çenesinden sertçe tutup dimdik, öfkeyle baktı oğlunun gözlerinin içine. Dişlerinin arasından hırsla fısıldadı etrafına bakınarak: “Bağa bag! Kalk urdan irezil ettin beni! Otur şu sandalyi adam gibi tıraşını ol, olmıcaksan, git urbanı gi” dedi. Sonra karısının omzuna sertçe vurdu, “Yörü!” dedi.
Hüseyin, toprağın üzerinde yatıp kaldı öylece. Gökyüzünün maviliğine uzun uzun baktı. Maviliğe bulaşmış küçücük bir beyaz bulut gördü. Gökyüzündeki mavilikte küçücük bir beyaz buluttu Nazmiye.
Yattığı yerden doğruldu. Bağdaş kurup toprağa oturdu.
Bilal hemen yanı başındaydı. Sağdıcına el uzattı. Hüseyin uzatılan eli tutup kalktı. Yalpalayarak yürüdü gitti. Damat sandalyesine oturdu. Bilal omzunu tuttu, sarstı. Güldü de azıcık: “Olur böyle be Hüsinim dakma gafana. Geçee gide, unutursun! Gülcen bak sora kendine haa!”
“Unutmak golay mı Bilalim! Sen unuttun mu!” dedi.
Bilal, başını önüne eğdi. “Devam et dayı” dedi Hüseyin. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Kadınlar arasında konuşmalar çoktan başlamıştı.
“Hüsin’i zorlan mı everiyola gız Aaşe?”
“Herhal baksana. Hüsin’le Firdevs sevişiyolamış diyoladı. Öyle duydum bıldır.”
“Ee! Hani şu Yılmaz’ın kızı Firdevs mi?”
“Öle biliyom valla yalan olmasın.”
“Gız künah! Anasına dimedi mi ki ben Firdevs’e yanığım diye?”
“Ee gızım… Mal, mülk, para, ne istesen hepsi va Nazmiye’de. Hem de bi evin bi gızı. Bubası baçenin içine bi de ev yaptıydı. Firdevs’i n’apsınla? Hamdi efendi gaptı Nazmiye’yi. Sırtı yere gelmez gari.”
Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Konuşurlar da konuşurlar…
O gece “ayink”te davul zurna geceye dek aralıklarla çalındı. Halaylar çekildi. Silahlar patladı. Delikanlılar genç kızları göz ucuyla izledi. Yeni aşklar filizlendi. Nazmiye’nin ellerine, ayaklarına kınalar yakıldı. Beşibirlikler, bilezikler takıldı, keşkekler yendi. Bütün köy, düğünden nasibini aldı, her şey olması gerektiği gibi oldu, bitti. “Ayink”i sadece tek bir kişi uzaktan izlemek zorunda kaldı bu gece. Firdevs…
***
Gözüme sızan güneşle beraber uyandım. Horoz sesleri, ineklerin böğürmeleri, koşuşturmalar, hararetli konuşmalar, telaşlı anlatımlar… Yatağımdan kalktım. Pencerenin önüne dikildim. Camdan dışarı baktım. Gelin evinin avlu kapısının önü kalabalıktı. Kadınlar kapkara feraceleriyle felaket tellalı gibiydiler. Kadınlar, Nazmiye ablanın babasının etrafını çevrelemişler, sırtını sıvazlıyorlardı. O ara avlu kapısının önünde bir candarma cipi durdu. Arkamdan gelen, “Yımırta gırdım guzum, sütün de gaynadı” diyen sese doğru çevirdim yüzümü.
Ayşe Teyzenin kızı Sabriye ablamın kıpkırmızı olmuş gözleriyle karşılaştım. Yer yatağının üzerinde dizlerinin üzerine oturdu. Kollarını açtı. Yanına gidip teselli eder gibi boynuna sarıldım. Beraber, hayat’a[1] doğru gittik…
Sema Öztürk kimdir?
Çanakkale/ Yenice’liyim. Klâsik bir cümle belki: “kendimi bildim bileli yazıyorum.”
[1] Genellikle köy ve kasaba evlerinde, üstü kapalı, bir veya birkaç yanı açık sofa.
aYİNK:Düğünlerde yapılan eğlence