Jhumpa Lahiri okumaya başladığımda, yeni bir sesle, farklı bir yazarla tanışacağımı hissettim. Bengalli bir anne babanın kızı olan Lahiri 1967 Londra doğumlu ve Amerika’nın Güneyindeki Rhode Island’da büyümüş. Hindistan’la bağlantısı ise çocukluğunun ve gençliğinin tatillerini çoğunlukla Kalküta’da geçirmiş olması.
Dert Yorumcusu’ndaki kısa öyküler, Lahiri’nin yazı mecrasını işaret eden bir yol haritası gibi. Göçmenlik, yabancılaşma, Hindistan ve hint kültürü, birer göçmen olarak Amerika’da kuşaklar arasında iyice açılan mesafe ve Hint kadınlarının içinden çıkamadıkları gelenekçi yaşam tarzı ile Amerikan yaşam tarzı arasında sıkışıp kalan hayatları konu ediliyor. Öyküler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, aynı gövdeden çıkıp yayılan kollar gibi. Beslendikleri öz aynı olsa da hepsi başka bir yönü farklı bir konuyla işaret ediyorlar. Üçüncü ve Son Kıta öyküsünde geçen “Hüzün hastalık ateşi gibi tüm vücudunu sarmıştı.” cümlesi, öyküleri de özetleyen bir cümle olmuş. Atmosferi hüzünlü, sıkıntılı olan öykülerin birçoğu sarsıcı konularıyla dikkat çekiyor.
Kalbi yurdunda
Hep merak etmişimdir, ülkelerini terk edip başka ülkelere yerleşen insanlar neden yaşamlarını sürdürdükleri yerde değil de terkettikleri yerde yaşamaya devam ediyorlar. Akılları, kalpleri, ruhları arkalarında bıraktıkları yurtlarında oluyor. Ve yaşamları, yeni yerlerine uyum sağlayıp alışmaya çalışmakla değil, kafese kapatımış bir kuş gibi çırpınıp yurtlarını özlemekle geçiyor. Lahiri’nin kitaplarına konu ettiği Amerika’da ya da İngiltere’de yaşayan Hintlilerin neredeyse tamamı böyle. Gelenekçi bir toplum yapısına sahip oldukları için, gittikleri ülkelerde de kendi yarattıkları ülkelerinde yaşamaya devam ediyorlar. Kadınlar sari giyip Hintçe ya da Bengalce konuşuyor, Hint geleneklerini sürdürüp, hint yemekleri yemeye devam ediyorlar. Arkadaş çevrelerini, Hindistan’dan gelen başka hintliler oluşturuyor. Böylece terkettikleri yurtlarını, taşındıkları ülkenin içinde yeniden oluşturuyorlar ve orada güvenli bir şekilde hayatlarını sürdürüyorlar. Bundan dolayı kaynaşma, adaptasyon bir türlü gerçekleşemiyor.
Uzakta doğup büyüyen çocuklar için ise durum daha sancılı oluyor. Onlar, bilmedikleri ama sürekli referans gösterilen bir kültürün gölgesinde, yeterince büyüyüp serpilemiyorlar. Bunu tanımlamak için kullanılan bir kelime bile türetilmiş, ABCD (American Born Confused Deshi) Yani Amerika doğumlu çatışma halindeki Hintli. Buradaki taşralı anlamına gelen deshi kelimesi hintliler için kullanılıyor.
Gogol’un paltosu mu adı mı?
Adaş romanının kahramanı Aşoke, yıllar önce bir tren kazasında büyük bir tesadüf sonucu hayatını kurtaran kitabın yazarının ismini, oğluna birinci ad olarak verir. Aşoke, Gogol’un Palto öyküsünü okur ve çok etkilenir. Sonraki zamanlarda sık sık Gogol’un öyküsünün yer aldığı kitabı okumaya başlar. Hindistan’da bir tren yolculuğunda da yine kitabı okumaktayken korkunç bir tren kazası gerçekleşir. Gecedir ve Aşoke yan yatan trenin penceresine sıkışmıştır. Gelen yardım ekipleri ellerindeki fenerlerle yaralıları aramaktadırlar ama sesi bile çıkmayan Aşoke’nin önünden geçip giderler. Tam uzaklaşmamışlarken elindeki kitabın yırtılan bir sayfası rüzgarda ses çıkarır ve yardım görevlilerinin dikkatini çeker. Böylece Aşoke, Nikolay Sergeviç Gogol’un kitabı sayesinde kazadan sağ kurtulmayı başarır. Bu hikaye hem beni çok etkilediği için hem de romanın kurgusunun bel kemiği olduğu için anlatmadan geçmek istemedim.
Hint geleneklerinde bir çocuğa iki ad verilir. Birincisi doğduğunda verilen addır ve bu ad kimliğe yazılmaz. Ailesi ve yakınları çocuğu bu adla çağırırlar. İkinci ad ise bir aile büyüğü tarafından verilir ve gerçek ad yerine geçer yani resmi işlemlerde kullınılır. Aşoke, Amerika’da doğan oğluna Gogol adını verir ve birtakım aksilikler sonucunda Hindistan’dan bekledikleri, büyükkanneden gelecek olan ve içinde oğlunun ikinci adı yazılı olan mektup ellerine ulaşmaz. Gogol ismi kreş yaşına kadar kullanılır. Okul çağı geldiği için oğullarına ikinci isim olarak Nikhil ismini verirler ama bu sefer de okulda sorun yaşanır. Gogol bu yeni ismi kabullenmek istemez ve okul yönetimi çocuğun ismini kayıtlara Gogol olarak geçirir.
Gogol ismi farklıdır, diğer isimlere benzemez, hemen ayırt edilir, göze batar, hatta dışlanır. Tıpkı ismin sahibi gibi. Büyüme çağında yaşanılan adaptasyon güçlüklerine bir de adın tuhaflığı eklenmiştir. Gogol ömrünün büyük kısmını adıyla cebelleşerek geçirir. Üniversiteye başladığında resmi olarak başvuru yaparak adını Nikhil olarak değiştirse de sorunu halletmiş olmaz, yakın çevresi onu Gogol olarak bilmekte, öyle seslenmektedir. Bundan sonrası daha şiddetli bir kovalamacadır. Nikhil, Gogol adından kaçtıkça kendi kültürünü, geleneklerini, ailesini sorgulamaya başlar. Yüzleşmeler ve hesaplaşmalar gittikçe daha da şiddetlenir. Adaşı olduğu yazara tepki duyar ve onun yazdığı bir satırı bile okumaz, ta ki sular duruluncaya kadar… Romanın kurgusu oldukça başarılı olmasına rağmen, yazarın çok sayıda kahramanı okuyucuya anlatma çabası romanı gölgeliyor. Mesela babasının oğluna Gogol ismini vermesinin hikayesini anlatmanın daha kısa bir yolu olmalıydı! Bunun için bize Aşoke’nin tüm gençliğini anlatması gerekmiyordu.
Lahiri’nin ikinci nesil, yani Amerika’da doğan kahramanları sürekli bir çatışma ve arayış içindedirler. Kendi kültürlerinin katı sınırlarından çıkmak için çabaladıkça Hint geleneklerinin içine doğru daha çok çekilmektedirler.Bu yüzden hayatları, hep bir savaş alanındaymış gibi mücadeleyle geçmektedir.
Yeni çağın hızı ve romanda yavaşlığın dezavantajı
Lahiri, okuyucusuna her detayı göstermek isteyen bir yazar. Bir kahramanı doğumundan başlayarak etrafındaki herşeyle ve herkesle birlikte verme çabası içinde. Tıpkı asırlar önce yazılmış klasik eserler gibi. Bu çaba, romanı yavaş ve hacimli bir eser haline getiriyor. Saçında Gün Işığı da böyle bir roman. İki kardeşin çocukluklarıyla başlayan üç yüz yetmiş altı sayfalık roman bize onların gençlik ve yaşlılık evrelerini de gösteriyor. Roman bittiğinde romandaki tüm kahramanları her detaylarıyla tanımış, anlamış ve benimsemiş oluyoruz. Ama yeni çağa uymayan bu yavaşlık ve detaycılık bana göre yazar için bir dezavantaja dönüşüyor. Her şeyin hızla akıp gittiği, görsel hikayelerin, az yazılı metinlerin takip edildiği yeni dijital çağda yazarın dili zamana karşı bir tersine akış gibi.
Edebiyat bulunduğu zamana uymak zorunda mı? gibi bir soruyu akla getirebilir bu yazdıklarım. Dil sürekli gelişip kendini yenilerken, zamanın hızına paralel ilerlerken, edebi eserler de kaçınılmaz olarak bu yenilenmeden ve hızdan payını alacak. Bundan asırlar önce yazılmış romanların izinden gitmenin, edebiyat için yenilikler getirmeyeceği düşüncesindeyim. Bir okuyucu olarak ben yavaş bir dille yazılmış hacimli kitaplar yerine, daha az sözcükle duygu ve düşünce dünyamı zenginleştirecek, altüst edecek kitaplar okumayı yeğliyorum. Çünkü okumaya ‘zaman geçirme eylemi’ olarak değil, gelişim, değişim ve dönüşüm süreci olarak bakıyorum. Kaldı ki bana göre yazmak, çoğaltıp detaylandırmaktan ziyade azaltıp budamaktır.
Saçında Gün Işığı romanıyla devam edecek olursam, bu roman bir nevi Hindistan tarihi gibi aynı zamanda. Hindistan ve hint kültürü hakkında çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Lahiri bize bir Hintlinin nasıl bir duygu dünyası olduğunu, olaylara nasıl refleks verdiğini kahramanlar üzerinden çok başarılı bir şekilde aktarıyor.
Annelik babalık ve diğer şeyler
Saçında Gün Işığı’nda Kalküta’lı iki kardeşin hikayesini okuruz. Aynı yaşamın içinde bambaşka karakterlerdeki iki kardeş bambaşka hayat tercihleri yaparlar. Birisi Amerika’ya gidip üniversitede akademisyen olmaya çabalarken, diğeri Hindistan’ın kanlı tarihindeki kendi rolünü oynama çabası içindedir. Yani kısacası birisi tercihini kalemden yana, diğeri ise silahtan yana kullanır. Şiddet sarmalının içine giren Udayan bu sarmal tarafından yutulur, genç yaşında öldürülür. Öldüğünde karısının hamile olduğundan haberi yoktur. Karısı Gauri Udayan’ın anne ve babasıyla yaşadığı evde çok zor günler yaşar, dışlanır. Udayan’ın kardeşi Subassh’ın çözümü ise Gauri’yi Amerika’ya götürmektir ve bunun tek yolu onunla evlenmektir. Dünyaya gelen bebek artık Subassh ve Gauri’nin kızı Bela’dır. Bela “Birbirini seven iki insan tarafından yaratıldığı halde, birbirini hiç sevmeyen iki insan tarafından yetiştirilir.”
Roman annelik, babalık kavramlarını derinlemesine sorgularken okuyucuya, bir anneyi yavrusundan uzaklaştıran nedir? Bir kadının yavrusunu terketmeye hakkı var mıdır? Babalık, fizyolojik bir durumdan çok sevgi ve emekle elde edilen bir durum mudur? Gibi sorular sordurur.
Kalan ve kaybolan
Lahiri okuyucuya bir bilgiyi yavaşça ve özümseterek verir. Şiddet kötüdür, yıkıcı ve yokedicidir. Hindistan’ın iç savaşlarla dolu kanlı tarihinden nasibini alan Udayan, şiddetin yok ediciliğinden nasibini almıştır. ‘Devrimci şiddet’i savunan Udayan genç yaşında Marksist-Leninist partiye üye olmuş, eğitimler almış, şiddet eylemleri yapmış, öldürmüş ve nihayetinde öldürülmüştür.
Karısı Gauri de onunla birlikteyken ‘devrimci şiddet’ eylemleri yapan hareketi destekler. Kocasının kardeşiyle evlenip Amerika’ya gittikten sonra geçmişine kalın bir perde çekip yeni bir hayata başlar. Yıllar içinde, üniverside başarılı bir felsefe profesörü olur. Bir gün bilgisayaraının arama motorundan sevdiği adamın, ilk kocası Udayan’ın ismini yazıp aratır. Bir dava uğruna hayatını veren Udayan’ın ismi hiçbir yerde geçmemektedir. Yıllar içinde unutulup gitmiştir. Üstelik yeryüzünde bir mezarı bile yoktur. Oysa kendisi ve onun gibi üniversitede başarılı çalışmalar yapan Subassh’ın adının altında onlarca makale ve haber vardır. Kanla yazılanlar silinip gitmiş, kalemle yazılanlar gelecek kuşaklara aktarılmak üzere kalmıştır.
Ölüm ve düğün ritüelleri
Lahiri’nin eserlerinde Hindistan toplumuna ait ritüellere sıkça rastlanır. Oldukça geleneksel bir yaşam tarzına sahip olan Hindistanlılar, Amerika’da doğup büyüseler de çoğunlukla bu ritüellere sadık kalırlar. Evli olan kadınlar her gün alınlarının ortasına kırmızı bir boyayla nokta şeklinde boyarlar. Dul kadınlar beyaz renkli sari giyerler ve kollarındaki bilezikleri çıkarırlar. (Sari, hindistanda kadınların giydiği geleneksel bir kıyafet) Bir yakını ölenler on gün süreyle et ve balık yemezler, bu Hindistan geleneklerinde bir yas tutma biçimidir. Ölen kişinin büyütülüp çerçevelenen fotoğrafına ipe dizilmiş çiçekler asılır ve sevenleri fotoğrafın önünde oturup onu düşünürler.
Düğün ritüellerinden bazıları bizim toplumuzdakileri çağrıştırır.
Geline kapıdan girmeden bir kutu içinde mücevher sunulur. Damat, gelinin saç ayrımına zincifre pudra sürer, damadın annesin, gelinin bileğine evli olduğunu simgeleyen ve evli olduğu sürece çıkaramayacağı demir bir bilezik takar, gelin, boş toprak testileri kırarak yeni evine girer.
Jhumpa Lahiri, gövdesi nerede olursa olsun kökleri Hindistan’da olan bir yazar. Dalları başka ufukları işaret etse de kökleri her daim Hindistan’a doğru yol almaya devam edecek gibi görünüyor…
Kaynakça:
Dert Yorumcusu-Jhumpa Lahiri (çev.Neşfa Dereli) Everest Yayınları-2000
Adaş-Jhumpa Lahiri (çev.Neşfa dereli) Everest Yayınları-2004
Saçında Gün Işığı-Jhumpa Lahiri(çev.Duygu Akın)Domingo Yayınları-2014
Özlem Narin Yılmaz – edebiyathaber.net (21 Mayıs 2020)