Söyleşi: Makbule Aras Eivazi
Yazar Tarhan Gürhan ile editörlüğünü yaptığı çok yazarlı “Müstakil Eylem: Uyku Üzerine 28 Kalem Darbesi” (Karakarga Yayınları) kitabı üzerine söyleştik.
Sevgili Tarhan Gürhan, Müstakil Eylem ne güzel bir kitap ismi her şeyden önce. Uyku üzerine birbirinden renkli yirmi sekiz denemeyi okurla buluşturdunuz. Deneme dedim ama aslında bu toplamda öyküler de var. Kitabın doğuş macerasını ve denemeler arasındaki öykülerin hikâyesini anlatır mısınız bize?
Çocukluğumdan beri uykuyla yıldızım bir türlü barışmaz. İnsanlar işe giderken ben yatarım. Hayatım öğle sonları başlıyor. Çok uyuyorum. İnsan derdini yazarmış. Ben de yazdırayım dedim ve böyle çok yazarlı bir “Müstakil Eylem” çıktı ortaya. Kitabın aklıma düşmesiyle elime geçmesi 3 yılımı aldı. Keyifli, coşkulu, kırgın, sıkıntılı, bazen uyuşuk, yavaş vs. geçti. Aklımın bir köşesinde 3 yıl gezdirdim bu kitabı.
Rastgele seçilmedi tabii ki yazarlar. Hemen hepsi okuduğum bildiğim, bir kısmı arkadaşım olan yazarlar. Tombala usulü olmadı hiçbiri. Aslında istisnasız hepsine deneme yazmalarını rica ettim. Ama dört yazar arkadaşım öykü ile katılmak istediler. Ercan Kesal mesela dedi ki “Benim öykülerim biraz deneme, denemelerim biraz öykü gibi Tarhan”. Hakan Günday: “Abi ben kendimi öyküde daha iyi ifade ediyorum.” dedi. Şimdi bu cümlelere ne diyeceksiniz. Boynum kıldan ince dedim. Mario Levi ve Fadime Uslu da benzer şekilde öykü ile katıldılar kitaba. Bence bu kurgular kitabı daha zenginleştirdi. Sonuçta Sümer Kral Destanları’ndan uyku ile ilgili seçtiğim bölümler, 4 öykü ve 23 denemeden mürekkep bir kitap elinizdeki.
İnsan bazı konularda sohbet etmekten hiç usanmaz, sanırım uyku ve onun sanki doğal uzantısı haline gelmiş rüya da bunlardan biri. Hayatın sırları sanki gözümüzün önünde ve biz onları bir türlü göremiyoruz. Uyku ve rüya da sanki hayatın sırrını saklıyor, siz ne dersiniz bu fikrime?
Çok güzel bir soru. İnsanoğlu görünmezi, bilinmezi hep merak etti ve edecek. Yoksa sanat olmazdı. Ben uyandığımda rüyamı hatırlamıyorsam eğer hafif bir huzursuzluk, burukluk yaşarım. Yıllardır yazıyorum rüyalarımı. Yıllar sonra tekrar okuyunca çok ilginç geliyor insana, “Nelerle uğraşmışım!?” diyorsunuz kendinize.
Evet bazı sırlar sakladıkları kesin ama dediğin gibi göremiyoruz. Daha çok elimde kalan o da kalırsa, rüyayla avunuyoruz. Dolayısıyla rüya kıymetli. Mesela Freud da rüya ile ilgileniyor, uykunun kendisi, mekanizması ile ilgilenmiyor. Bana göre uyku hâlâ birçok bilinmeyen barındırıyor içinde. Yoksa ortalama 8 saat ne/ler oluyor bize. Tabii bu arada 8 saat rüya görmüyoruz. Çok kısa anlarda görüyoruz ve unutuyoruz. En çok da bilinçaltı okuma metodlarıyla yaklaşıyoruz rüyaya. Oysa bu yetmez bana kalırsa. Tekrar eden takıntılı rüyalar var örneğin. Bunları hemen yakalıyor psikiyatristler ve “obsesif compulsif” deyip çıkıyorlar işin içinden. Oysa insan doğasında var çözemediği şeylere tekrar tekrar dönmek.
Bu kitabı hazırlarken uykuya dair düşünmediğiniz pek çok şeyle karşılaştınız eminim. Kitabın hem fikir babası hem editörü olarak bütün yazılar size ulaştıkça, onları okudukça neler hissetiniz, neler düşündünüz?
En başta zenginleştiğinizi düşünüyorsunuz. Bu arada editörlük yaparken 6-7 kere okuduğum metinler oldu. Yazarların çoğuyla birebir çalıştık. Artık içlerindeydim. Bazı yazarların neler yazacaklarını üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum. Öyküler gerçekten çok güzel. Buluşları, kurguları, işlenişleri çok iyi. Denemeler bambaşka bir kapı. Ortak noktaları yakalamış yazarlar da var, bambaşka olanlar da… Açıkçası yazar arkadaşlarımın hepsinden çok memnunum. İyi ki böyle bir çalışmada benim yanımda oldular. Buradan da, her fırsatta da onların hakkının verilmesini isterim.
Takılıp kalacağınız, tekrar okuma ihtiyacı duyacağınız metinler bunlar. Zenginliği oradan geliyor. Kalemlerini bildiğim yazarlardı hepsi. Bu yüzden beni şaşırtmadılar. Ama dil zevki açısından okurun büyük keyif alacağından eminim. Tabii Salah Birsel de olabilseydi daha iyi olurdu.
Denizi bütünüyle keşfetmek için belki de yapılması gereken, dibe dalmaktır. Dibe dalmadan yani gidebileceğimiz en son noktaya gitmeden sanki bazı şeyleri anlamamız mümkün olmuyor. Gelgelelim bir yandan da sahilde yürümenin deniz konusunda dibe dalmaktan daha az veri sunacağına dair de bir kanıt yok elimizde. Hem dibe dalma hem sahilde yürüme imkânı sunan tematik toplamların, okur zihninin şekillenmesinde sizce nasıl bir etkisi var?
Çok yazarlı, tematik kitaplar, görmesi gereken ilgiyi görmüyor sanırım. Burada Karakarga Yayınları’na teşekkür etmem lâzım. Çok hızlı ve cesur davrandılar. Bu tip kitaplara yönelen okur, daha önceden bildiği okuduğu yazarlara olan merakından yaklaşıyor bana göre. Pek riske girmek istemiyor. Halbuki yazar kadar okur da risk almalı. Yoksa hep aynı kitapları okur dururuz. Fakat bu türden antolojiler her zaman sürprizler barındırırlar. Hiç ummadığın bir yazardan şahane bir metne rastlayabilirler. Başucu kitabı bile olurlar. Her gün tek doz alınabilir. Sürprizleri seven okur için hazırlanıyor bu kitaplar. Müstakil Eylem’de 4 kuşaktan yazar var mesela. Bu bile başlı başına ilginç kılmıyor mu kitabı?
Sizin deyiminizle dibe dalmak ve kıyıda kalmak için şunu söyleyebilirim. Kıyıda bulduğu bir deniz minaresinin hikâyesini merak edip dibe dalabilir okur. Dalmak ve yürümek zaten edebiyatın alanı. Denizin elimize getirdikleri ve bizim onun içine girdiğimizdeki hâlimiz zihnimizi şekillendirmiyor mu?
Kitaptaki yazılar içinde tekrarlanan düşünceler ya da dikkatinizi çeken yaklaşımlar oldu mu? Kitabı tasarlarken bu çeşitliliği tahmin etmiş miydiniz, yoksa bu, sizi de mi şaşırtan bir sonuç oldu?
Müstakil Eylem’i hazırlarken 72 yazar ve sanatçıyla görüştüm. Bunların 26’sı yazmayı kabul etti. Tabii bu kadar çok yazar olunca tekrarlanan düşüncelerin olmaması imkânsız gibi bir şey. Tahmin etmiştim. Özellikle farklı disiplinlerden yazarlar seçtim. Şair başka yaklaşıyor, sinemacı başka, felsefeci başka… Ben de bunu istemiştim zaten.
Bu fikir aklıma geldiği andan itibaren “Kimler yazmalı?” diye düşünmeye başladım. Kimleri dâhil edeceksiniz, kimleri dışarıda bırakacaksınız. Bu zor bir karar aşamasıydı benim için. Çünkü toplamda kitabı etkiliyor, belirliyor. Önce geniş bir tarama yapıp, sonra nokta atışı denedim. Ben daha da çeşitlilik istiyordum ama bu işin sonu yok. Bir yerde dur demeniz lazım. Yoksa 100 kişiyle de yapılır aynı kitap.
Kitapta bazı yazarlar daha çok uykuya odaklanırken bazıları ekseni biraz daha kaydırarak rüyaya odaklanmış. Bunu öngörmüş müydünüz, yoksa bazı yazarların asıl odaktan biraz uzaklaştığını düşündünüz mü ya da belki şöyle mi sormalıyım: Uykudan söz ederken rüyanın dışarıda bırakılması mümkün müdür sizce?
Son sorunuzdan başlayayım; bence mümkün değil. “Uykunun meyvesi” diyorlar rüyaya. Meyveden bahsedip ağaçtan bahsetmemek olur mu? Rüyaya odaklanma değil de rüyayı da işin içine katmak diyelim. Elbette bunu öngörmüştüm. İkisini ayırmak mümkün değil gibi. Hatta rüya üzerine daha çok yazı gelirse diye de endişe etmiştim. Neyse ki öyle olmadı. Bütün yazarlar okuduklarından ve uyku deneyimlerinden yola çıkarak söz aldılar. Ellerindeki gerçek, rüyaydı.
Yirmi sekiz yazarla iletişim halinde olmak, yazıların takibi, kitaba dönüşme süreci vs. Bütün bu maceranın zorlukları nelerdi peki?
Zor her zaman itici bir güç benim için. Beni motive etti. Tek sıkan şey uzun sürmesi oldu. Yazarların takvimlerine girmek çok zor bir işmiş, bunu gördüm. Kimse merak etmesin Türk Edebiyatı yazarları harıl harıl çalışıyorlar. Zamanlama konusu biraz oyaladı. Hepsinden aynı zamanda alamadım yazıları. Sonuçta bunlar yazar, asker değil. Herkesin işi gücü var ve sen araya girip “uyku kitabı yapacağım” diyorsun. “Komik olma!” diyorlardır herhalde. Zaman zaman red cevapları aldığımda umudum biraz azalıyordu. Ama kitaba olan inancım hiç bitmedi. Biraz da bu inanç bazı yazarları etkiledi. Yazıların takibi pek yormadı ama editörlük çetrefilli bir iş. Hem acımasız hem yumuşak olmanız gerekiyor. Birebir çalıştığım yazarlarla hep iyi sonuç aldık. Yazıları daha da güzelleşti. Bunu onlar itiraf etti.
Toplamda geçen 3 yılın 2 yılı, yayınevi aramakla geçti. Beni en zorlayan kısmı da bu oldu. Burada Haydar Ergülen’e sonsuz teşekkürler. Karakarga Yayınları ile o tanıştırdı beni. Böylece yayınevi arayışım da son bulmuş oldu. Denizcilerin bir lafı vardır: “Dünya karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.” derler. Ben de diyorum ki artık onunla bile ilgilenmiyorlar.
Türler arasında bir seçim yapmanızı istesem siz hangi türü kendinize daha yakın bulurdunuz? Türler arasındaki sınırların kalktığını düşünenlerden misiniz ya da?
Ben romancıyım. Roman okumayı diğer türlere göre daha çok tercih ediyorum. Henüz bir roman yazmamış bile olsam romancıyım. Ama en çok deneme yazıyorum. Ben de çıkamıyorum bu işin içinden. İkilem sanki. Oturup romanımı yazmam lâzım, bir türlü olmuyor. Çok iyi roman başlangıçlarım var. Devam etmiyorum. Belki zamanı gelmedi.
Türler arasındaki sınırlar tam olarak kalkmasa bile perde aralandı. Postmodernizmle başladı bu bence. Romanın içine her şeyi sokuyorlar mesela. Kaldırır mı kaldırmaz mı bakmıyorlar. Boca ediyorlar. Ama hâlâ klasik romanlar yazanlar var. Şiir de öyle, korur kendini. Kadim sanatlar bunlar. Çok da tutucuymuş gibi görünmek istemem. Fakat postmodernizm edebiyatı şizofrenleştirebilir. Hatta bir kısım yazarı şizofrenleştirdi bile haberleri yok.
Türkiye’deki yayın dünyasıyla da yakın temas içindesiniz. Bu dünyaya dair eleştirel gözle baktığınızda neler söylersiniz?
Aslında o kadar da yakın temas içinde değilim. Zaman zaman bir iş yapıp sonra kabuğuma dönüyorum. Bir görünüp bir kayboluyorum. Piyasa bunu istemiyor. Göz önündeysen kitabını basıyorlar. Bu günkü yayıncılık anlayışı bu. Yazarı görünür kılma üzerine şekillendi bir süredir. Bir kitabın raf ömrü 1 ay! 1 ay sonra satmadı ya arka raflara koyuyorlar ya da dağıtıma geri veriyorlar. Bu kadar acımasız.
Tabii ki benim tam anlayamadığım piyasa koşulları doğrultusunda çalışıyor yayınevleri. Bana göre çok yayınevi var, 1.700’ün üzerindeymiş. Pandemiden sonra ne olur bilinmez. Ticari davranmak zorundalar. Kitabın temel ihtiyaç listemizde 237. sırada oluşu zaten durumun vahametini gösteriyor. Kime kızacaksınız? Suçlusu kim? İçler acısı eğitim sistemimiz bizi kitaba yönlendiremiyor. Hiçbir zaman da yönlendirmedi. Kapitalizm egemenliğinde genelde büyükler ayakta kalır. Orta ölçekliler direnir, diğerleri silinir diye düşünüyorum.
Yani kimseyi töhmet altında bırakmak istemem, ama yayın politikası dahi olmayan yayınevleri var. Bu gün dünyada yayıncılar tematik bütünlük gözeterek yayın yapıyorlar. Editörlerin masasında o kadar çok dosya var ki bir çoğunu okumadan cevaplıyorlar hatta bazen cevap bile vermiyorlar. Verdikleri cevaptan okuyup okumadıklarını anlıyorsunuz zaten. Büyük sermayeli yayınevlerinin dışındakilerin durumu içler acısı. Yine de işlerini severek yapan, ince düşünen, güzel işler yapmaya çalışan yayınevleri de var neyse ki. Mesela Karakarga Yayınları’nda ben bunu gördüm. Bir hayalimi gerçek kılmak için birçok kişi uğraştı.
Son soru, bu tematik kitapların okuru zenginleştirdiğini düşünen biri olarak planladığınız başka tematik kitaplar olup olmadığını sormak istiyorum?
Tematik bir bütüne farklı farklı kalemlerin bakması çok hoşuma gidiyor. Bu zenginliğin okura da geçtiğini düşünüyorum. Bu yüzden yine Karakarga ile bir tane daha çok yazarlı kitap yapacağız. Şimdilik bir sır. Sırası gelince onu da duyuracağız.
Bu arada Müstakil Eylem’in yazarlarını anmadan geçmeyelim.
Ercan Kesal, Fatih Atila, Fuat Sevimay, İbrahim Dizman, Makbule Aras Eivazi, Sibel Yerdeniz, Özlem Türe, Cahit Ökmen, Hakan Akdoğan, Gülayşe Koçak, Semih Gümüş, Zeynep Köylü, Gamze Güller, Haydar Ergülen, Ahmet Gürata, Sezai Sarıoğlu, Feray Kara, Jülide Okkalı, Enis Batur, Serhan Ergin, Ethem Baran, Gürsel Korat, Hakan Günday, Fadime Uslu, Faruk Duman, Mario Levi, Tarhan Gürhan.
edebiyathaber.net (28 Mayıs 2020)