Söyleşi: Mahmut Yıldırım
Gazeteci, Yazar Mahmut Şenol’la yakın zamanda h2o kitap tarafından ikinci baskısı yapılan “Bay Konsolos” adlı eseri üzerine konuştuk.
Mahmut Şenol’la söyleşi yapmak, aynı isimlere sahip olunca, Mahmut’lar kendi aralarında sohbet ediyor gibi olacak ama en iyisi siz bu iki edebiyatçının sözlerine kulak verin.
Romanın girişinde Bay Konsolos’un ortaya çıkış noktasının bir masal olduğunu öğreniyoruz.
Masal anlatıcısı Judith Liberman: “Masallar bize bir zamanlar bildiğimiz ama sonradan unuttuğumuz şeyleri hatırlatır…” der. Peki biz insanların unuttuğu şeyler nedir?
Hatırlayınız; Bay Konsolos’un meşhur bir sözü var: “Düşünmeyin bayım düşleyin!” diyordu. Romanın yazarı, kitabının girişinde Bay Konsolos’a ait bir masalı eşine anlatırken yarım kaldığı, sonra bunu yazmasını isteyen eşini “kırmamak” için oturup bunu yazdığını okudunuz ve siz de şimdi öyle düşünüyorsanız, yanılmış olabilirsiniz, belki bunu da düşlemiş olmalıdır yazar. Öyle ya da böyle roman masalsı, epik, hatta absürde yakın bir anlatımın eseri. Bay Konsolos unutmaya istekli aslında, büyük dünya savaşlarından birisinde tamamen adı sanı silinmiş devleti, Tangerine Cumhuriyeti’nin hâlâ var olduğu öngörüsüyle, böyle bir yanılsamayla dünyasını sürdürüyor, kırk yıl boyunca bir Akdeniz kentinde elçilik görevine devam ediyor; aslında unutmak istiyor. 1949 yılında Prens Albert turistik gemisiyle görev yaptığı kasabaya gelmiş Arjantinli ünlü tangocu kadın Tita Somena’ya âşık olmuştu; kadın onu bıraktı gitti, Konsolos onu da unutmak istiyor. İnsanın bir şeyi hatırlaması için bunun tanıklığını yapacak en azından bir kişiye ihtiyacı vardır. Buna Latin felsefeciler Ars Memoria demiyorlar mıydı, “yâd etmek” yani; demek hatırlamak bir sanat, bu sanatı icra etmek tek başına mümkün değil. Konsolos Bey çevresinde topladığı bir avuç yakın insanıyla kendi misantropik dünyasında, fakat bir o kadar kasaba halkı arasına sık sık karışarak, onların işlerine de burnunu sokarak yaşıyordu; hatırlamak için yeteri kadar insan var çevresinde. Fakat ülkesini ansiklopedilerden makaslayıp çıkartacak kadar unutmaya da meyilli. Zaten mutlu insanın hafızası unutmayı becerebilenidir. Sorunuza Bay Konsolos’un hayat felsefesi açısından cevap vereyim: İnsanların unuttuğu şey unutma yeteneğidir; unutursak rahatlıyoruz.
Bütün düşlerde ortak bir özellik varsa, düş görürken uyuyor olmamızdır. Bay Konsolos’un ise adeta bir düşten uyanışını görmekteyiz.
“Bilincimle varoluşumun farkına varıyorsam, düşlediğimi gerçek olarak algılarım.”, “Herkes bir başkasının düşüdür,” diyorsunuz romanda. Biraz da düş dünyanızdan konuşalım isterim. Bay Konsolos da bir düşün gerçekliğe vurumu değil mi?
Bay Konsolos bir roman kahramanı olarak onu tanıdığımız yaptığı acayip, tuhaf işlerle tanınıyor, onun saçmaya varan davranışlarını çocuksu bir saflığa ait ruh dünyasına yoruyoruz. Roman kahramanı olarak bunları yapadursun, asıl hem onun yazarının bir kurgusal düşü hem de kendi kendisini bu romana misafir eden bir ilk kahraman; biz bunu romanın sonunda 1920’lere gidiyor, Paris’te bir akıl hastanesinde tedavi gören genç bir adamı tanıyoruz. İşte aslında onun düşüydü bütün anlatılan. Bu Bergsoncu zaman idealizmi diye eleştirildi bir çok gerçekçi-toplumcu eleştirmen tarafından; fakat biliyoruz ki, herkesin geleceğe ait düşleri var, Bay Konsolos da, Paris’te bir üniversite öğrencisiyken bu düşü kurmuş olsun, ne çıkar! Farkındaysanız bizi gerçek gibi yaşayan Bay Konsolos ilgilendiriyor, romanda biz onu tanıyoruz, diğerleri yazarın uydurması, birilerinin arşivlediği bir olay belki. Zaten ne kadar arşivleseniz de, geride mutlaka eksik bir şey kalır.
Bay Konsolos için “Onu, okuduğum birçok eserdeki karakterlerin içinden çıkarttım,” diyorsunuz. Romanda birçok yazar ve sanatçılardan benzetmeler yapıyorsunuz. Özellikle Don Kişot dikkat çekmekte. Don Kişot’un romana sundukları tam anlamıyla nelerdir?
Don Quijote’ye öykündüğüm, ondan esinlendiğim söylendi pek çok zaman. Hiç rahatsız olmadım, aslında böyle bir şeyi tasarlamamıştım bile, fakat keşke Don Kişot’a paralel bir karakter yaratmış olsaydım diye yersiz sevinç bile duyduğum oldu. Şimdi Batı’da başlayan burjuva roman sanatının kökenleri, tüm romanların aslında Don Kişot’tan beri diye başlayan sözlere de gerek yok; hepimiz biliyoruz, roman denilen çok katmanlı büyük hikâyelerin başlangıcı Cervantes’in, ister tesadüf ister talih meselesi deyiniz, borç batağından kurtulmak üzere yazdığı komik romana dayanıyor. La Manchalı şövalye kendi gerçeğinden çıkıp, yani unutmak isteyip aslında kendi geçmişini, başkası olmaya kalkıştığı için komik; Bay Konsolos’un yaptıkları da salt bu yönden Don Kişot’a benzerlik gösterir. Yoksa hikâyenin dolambaçlı yollarında asla kesişmezler. Don Kişot’u İsa Peygambere ne kadar benzetirseniz, saflığı ve mitik kimliğiyle, Bay Konsolos da o kadar benzer. Şövalyenin hapishaneye götürülen mahkûmları muhafızlar elinden kurtarışı, Hz.İsa’nın suçluları, “Sizi bağışlıyoruz, gidin, fakat bir daha yapmayın,”saflığındaki seslenişinden nasıl farkı yoksa, Bay Konsolos’un kıyıya çıkmış göçmenlere Tangerine ülkesine yerleşme vaadinde bulunması benzer şeyler gibidir; ama sadece gibidir.
Tangerine Cumhuriyeti’nde elçi olan Bay Konsolos “Gazetecilerle aramızdaki en önemli ayırım bizlerin dokunulmazlığa sahip olmasıdır. O nedenle, gazetecilere yazdıkları her sözcük başına analarından emdikleri sütü burunlarından getiren günümüzün…” diyor.
Elçinin bir düşten uyandırılmasına ve ölümüne sebep olan bir gazeteciydi. Siz de bir gazeteci olarak hem mesleğiniz hem de trajikomik romanın incelikleri üzerine neler söylersiniz?
Gazeteci Rıfat durduk yerde hem Bay Konsolos’un hem kasabanın tadını tuzunu kaçırdı. Ne gerek vardı, sen kalk gel, elçilik binasını gör, sonra bu devleti artık tarihe karışmış elçiliğin ipini pazara çıkart. Gazeteciler zaten hep böyledir; komşu apartmandaki yangını sevinerek anlatır, yazarlar. Bay Konsolos çıplak, acımasız, hain bir gerçekle karşılaştı ve ölmeyi tercih etti bedeni, ruhu böyle emredince. Sanıyorum, kalp krizi geçirmişti ve ölüm yatağında onun sevgili dostları, elçilikte çalışan onun gibi bu hayale kapılmış görevliler, başta anne figürüyle konsolosluğun tek kadın çalışanı Madam Tilda olmak üzere herkes onu uğurlarken, zannımca gazeteciye kızmamıştı bile. Zaten onun birisine kızabileceğini ben hiç zannetmedim romanı yazdığım her satırda.
“Herkes kendi kimliğinden kuşkulanır, Sayın Sinyora… Bir kimliğe sahip olmakla kendiliğinden ona ait kuşkuya da sahip olunur. Sözgelimi bir doktor kimi zaman doktor gibi davranmayabilir, bir mühendis çoğu zaman mühendisliğini unutur, başkası olmak ister.”
Roman karakterleriniz bir dönüşümün içine girmektedirler. Kimliklerini sorgulamaktadırlar. Hem acıklı hem de güldürücü ögelerle okurun kendisini sorgulamasına, bulmasına yönelişinden bahsedebilir miyiz?
Bay Konsolos’un Alice Harikalar Diyarı’na benzeyen tuhaf, fantastik ama anlatım sırasında, yani romanı okurken, “yahu ben falanca kasabaya gitmiştim, sahildeki o ev, palmiye ağaçları bahçesinde dikili, hani kayrak taşından duvarı olan ev konsolosluk değil miydi,” diye soracağına emin olduğum dünyasında herkes bir niyet ütopyası peşindedir. George kâtiptir, olmayan devletin yazışmalarını sürdürürken bundan en ufak bir şüpheye kapılmaz, Madam Tilda Bay Konsolos’u evladı yerine koyuyor, kahvaltısında yumurtasını bile soyup önüne koyuyor. Bu cinaslı cümleden sonra diyebilirim ki kasabalı Yusuf, yani Konsolosa göre Yosif, bir elçilikte şoförlük dahil elinden gelen her işi yaparak yararlı olduğunu hissetmenin mutluluğu içinde; kimseye zararları yok, bırakın yaşasınlar kendi ütopik dünyalarında… Okur da kendisini bu roman kahramanlarında bir bütün olarak bulmasa bile, benzerliklerini yakaladıkça kendisine gülümsemek olgunluğunu göstermez mi!
Bir pınarın birçok kolundan faydalanıyorsunuz. Kimi zaman anlatarak arıyorsunuz, kimi zaman ararken anlatıyorsunuz. Aslında önemli olan insanın kendisidir, insanın ne istediğidir. Sizin bu arayıştaki beklentileriniz nelerdir?
Bir roman yazılmaya başlanırken bir doktora tezi yazılır gibi ana fikir, tema, ispat edilecek argümanlar-sorular ortada olmaz, bir hayal perdesini açar gibi içine girer romancı; en azından ben öyleyim. Yola çıkarım, bir bakarım ki, başta düşlediğim şey, o-hooo, elimden gitmiş başka bir şey anlatmışım; döner okurum, e olmuş işte derim. Bunu söylerken bir roman yazımının tekniği, izlenecek yolu yoktur, gelişi güzel yazılır demiyorum fakat biraz da doğaçlama bir şeydir roman. Yazılır, çıkar, bir bakarsın roman olmuş. O yüzden Bay Konsolos dahil tüm romanlarımda, hiç kuşkusuz beklediğim ve sorunca cevabını alacağıma inandığım bir veya birkaç mesele hep olmuştur, olur. Fakat bu beklentiler böyle dosyalar içinde cevaplanması gereken ve mesaiye gelecek memurunu bekleyen resmî şeyler değildir ki, çoğu zaman, akıl defteri tutup not alsanız bile, bir bakarsınız unutulur bir bakarsınız sonradan değersizleşir. Roman kendi içinde yaşayan bir canlı gibidir, yazması da o yüzden heyecan verir; bir canlıyı keşfediyor gibi olursunuz. Okuması da o yüzden hoştur.
edebiyathaber.net (11 Haziran 2020)