Görsel: Francis Bacon, “Oto portre için üç çalışma”
“Ölüm olmasaydı her şey anlamsızlığa ve hiçliğe yuvarlanırdı.” (Blanchot)
Bir şeyler arıyoruz devamlı. Yol üstünde giderken pat bir şey geliyor gözümüzün önüne. Olduğumuz yerde kalıyoruz, bakıyoruz. Fakat karşılaştığımız şeye bir türlü kendimizi veremiyoruz ve yolumuza devam ediyoruz. Aradığımız nedir, o zaman. Aradığımız ne huzurdur ne de başka bir şey. Aramak, -her hangi bir şeyi- ne olursa olsun öznenin kaybolduğu uçurumu getirir. Bundandır ki, boşlukta deviniriz boşlukta var oluruz. Yetersizliğimizle ve hiçliğimizle var oluruz. Eksikliğimizle yüzleşmeye cesaret etmek ölümün bize telkin ettiği şeydir. Hiç ölmeyecek gibi yaşarız. Ölümün ne olduğunu hepimizin bildiği gibi hayaletleri de biliriz ama ölüm diye bir şey yoktur aslında, çünkü zamanın bir hiç olduğunu da biliriz. Ölüm, Blanchot’nun, deyimi ile “Lahana doğramak ya da bir bardak su içmek kadar önemsiz bir şey” olabilir. Ama ya hayaletler, onlar ne olacak?
Bir zamanların varoluşçu jargonuyla söylersek, bu dünyada rastlantısal bir yere fırlatmış mahluklar olarak güçsüzlüğümüzün ve yetersizliğimizin farkına vardığımızda huzursuz oluruz. Varlığımız belirsizdir. Hayaletlerin bize yakıştırdığı uçurumumuzdayızdır ve hiç de rahat değilizdir. Rahat insana hayalet musallat olmaz, hayalet “rahat insanı” sevmez. Hegel rahatlıktaki “insanın ölümle ne yaptığının” kaydını özetlemiş, W.B. Yeats ise okurlarını “ölümü yaratanın” insanın kendisi olduğu konusunda bilgilendirmiştir. Fakat bir de hayaletlerle yaşayan okurlar vardır ve bunlar bizden başka kimse değildir. Korkarak, belirsizliğimizi belirleriz. Hayaletlerden korkmak bize hastır. Bu tam da insanın dinsel yaşamıyla ilişkilidir. Çünkü ruhlar veya hayaletler geride kalanlara adaleti hatırlatmak istemişlerdir. Sen bugün beni neden okumadın, neden anmadın? Bana neden kurban vermedin? Diye, sorabilirler. Hayaletler bizi kitaplıklarımızdan dinliyor, izliyor olabilirler. Onların görece zamanı ile bizim kendi zaman algımız uyuşmaz ama bu çok da bir şey belirlemez. Üzerimizde baskı kurarlar, karabasan misali yattığımızda üzerimize çökerler, bize nefes aldırmazlar. Ne konuşabiliriz ne de bir yerimizi kıpırdatabiliriz çünkü artık felç olmuşuzdur! Artık hayatımızda olmayan yazarlar yani hayaletler kendilerini bize sürekli bir şekilde dikte etmektedirler. Haliyle onlar bizim hayatımızın görünmeyen ama kendilerini hissettiren kahramanlarıdır da bir yandan. Heidegger’in ünlü dörtlüsüyle söylersek, “toprak, gök, ölümlüler, ölümsüzler” arasında bu hayaletler dünyevi koşullar arasında bizimle beraberdirler. Bu dörtlüyü gözeterek yazarların hayalet olma vasıfları her zaman varlıklarını hatırlatmalarına bağlıdır. Hayaletler de bir Dasein’dır. Kuşkusuz kendi uzamlarını, toposlarını yaratan hayaletler geriye çekilip dünyada olup biteni izlerler. Geriye çekilen, etkin olmayan ama kendilerini unutanları rahatsız eden hayaletler bir tanrı gibi yer ile gök arasında gezinirler. Jacques Derrida gibi hayaletler tarafından izlenildiğimiz duygunsa kapılabiliriz. Derrida’nın kendisine musallat olan, ne ölü olan, ne diri olan, gören ama görünmeyen hayaletlerin ölüm korkusuydu. Marx’ın Hayaletleri’ni yazdığı sırada kanserdi ve ölümü bekledi. Kanser olduğunu öğrendiği zaman ise kendi hayaletine yaklaştığını sezmişti. Diğer hayaletlerden biri ise, kaçınılmaz olarak Althusser’di. Ama Derrida’nın, hayaletlerinden istediği şey “yaşamayı öğrenmek”ti.
“Yaşamayı öğrenmek hala gerçekleşmeyi bekleyen bir şeyse, yalnız yaşamla ölüm arasında gerçekleşebilir. Ne tek başına yaşamda, ne de tek başına ölümde gerçekleşebilir. İkisi arasında olup bitenler, tıpkı yaşamla ölüm arasında gibi, tüm “ikiler” arasında olup bitenler, ancak herhangi bir hayalet üstüne veya hayaletlerle konuşmaktan öteye geçemez. Öyleyse ruhları öğrenmek gerekecek. Hatta hayaletler alanı var olmasa bile; özellikle bu nedenle… Yaşamayı öğrenmek zamanı, vekaletinin devredilebileceği bir şimdiki zamanı olmayan bir zaman şuraya sürükleyecek bizleri, giriş sözünün bizi sürüklediği yer bu işte; hayaletlerin ticaretsiz alışverişinde, söyleşilerinde dostluklarında ya da yoldaşlıklarında hayaletler ile birlikte yaşamayı öğrenmek.”[1]
İşte belki de bu bağlamda, üzerine neredeyse yazılmadık şey kalmamış edebiyat hayaletleri olan: Tolstoy, Dostoyevski, Kafka, Joyce, Proust, Cannetti, Tanpınar ve niceleriyle “yaşamayı öğrenmek” için onların mevcudiyetini hissetmekle işe başlayabilir, onların “söyleşilerinde dostluklarında yoldaşlıklarında” kendimizi bulabiliriz. Ve onları hayalet olarak görmek Derrida’nın anladığı tarzda “musallat olma”ya eş değerdir. Derrida Le Monde gazetesine veridi bir röportajda, “yaşamayı öğrenmek” üzerine şunları söyler:
“Hayır, ben hiçbir zaman yaşamayı öğrenemedim. Kesinlikle hayır! Yaşamayı öğrenmek, ölmeyi öğrenmek, kendin veya başkası için selamet, diriliş veya tüm insanlığın kurtuluşu olmaksızın, mutlak ölümlülüğü hesaba katıp kabul etmek anlamına gelir…
Ölümü kabul etmeyi öğrenemedim ben. Hepimiz ertelemeyle hayatta kalanlarız… Fakat ölmeyi-öğrenmek konusunda eğitilemez biriyim hala. Bu konuda hiçbir şey öğrenemedim, herhangi bir bilgi edinemedim. Erteleme süresi hiç olmadığı kadar hızlı bir biçimde azalıyor. Çünkü adımın birlikte anıldığı düşünürlerin çoğu öldü ve ben “son hayatta kalan” oldum; çünkü başka insanlarla birlikte, hem iyi hem kötü onca şeyin mirasçısıyım: Bir ‘kuşağın’, 60’lar kuşağının, son temsilcisi… Oldum olası ömrümün her anında somut ve yorulmak bilmez bir biçimde bana musallat olan hayatta kalma ya da erteleme meselesi, sağlık problemlerinin baskısı da giderek arttığından, bugün apayrı bir renge bürünüyor. Hayatta kalma meselesi zihnimi hep meşgul etmiştir, anlamı yaşama veya ölüme eklenemez; ilkseldir: Yaşamak, hayatta kalmaktır. Hayatta kalmak, yaygın anlamıyla yaşamaya devam etmek; aynı zamanda, ölümden sonra yaşamak demektir.”[2]
Hayatta kalanlar, yani geride kalanlar “yaşamayı öğrenmek” konusunda genellikle yeteneksizdirler, “hayatta kalma ya da erteleme meselesi” ölümle beraber üzerimize musallat olur. Ama kişi ya da burada Derrida gibi bir filozof ortaya bir şey koymak zorundadır. Varlığın belirsizliğinde Derrida yazmayı tercih etmiştir. Bu yüzden “erteleme” ve “hayatta kalma” differance’ın suretinde ona musallat olurlar. Derrida’nın, yaşama bıraktığı izler kitaplarıdır ve kitaplar onun geride kalanlara bıraktığı mirastır. Doğal olarak yazarın kendine özgü dilsel yaşam kurgusunda hayalet ve okur karşılıklı konuşabilmeye hazır varlıklar olurlar. Böyle bir mevcudiyet yokluğunda, mevcudiyet adına yazarların kitaplarıyla olan okur ilişkisi varlıksal çatışkılar ortaya çıkarır.
Hayaletler arasında yaşıyoruz diyordu Enis Batur, “Tanpınar Konferansları”ndaki “Memnu Mıntıkaya Bacadan Girmek” başlıklı konuşmasında. Kuşkusuz Enis Batur’un da bir okur olarak yazarlarla olan alakası -Derrida’nın anlattığı türden- hayaletler içinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bıraktığı eserler ve ruhsal rahatsızlıkların “iz” üzerindendir. Konuşmasında Tanpınar’ın yapıtına ilişkin çıkarımları, yorumları da genellikle biyografik türden oluşur. Ama Tanpınar’ın hayalet olma durumunu bir yapıtın içinden geçerek anlayabilme imkanımız var.
Aklıma hemen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal’ın eski İspiritizma Cemiyeti’ndeki dostlarının Ahmet Zamani Efendi’nin ruhunu çağırmaları geliyor. Aralarındaki konuşmada ise, Ahmet Zamani Efendi kendisinin yanlış betimlediğini söyler. Zira kendisinin “peltek ve kekeme” olarak betimlenmesi Ahmet Zamani Efendi’yi rahatsız etmiştir. Ama gelin görün ki Hayri İrdal onun daha önce kekeme olduğu bilgisini romanda paylaşmıştır. Gerçeküstücü yazın adına örnek gösterebilecek bir semptomdur bu. Dil ve yazarın söylediklerinin sorumlusu Hayri İrdal romandan taşmıştır artık. Görünen o ki, yazarı ilgilendiren kalıcı eserin ya da yazılmakta olan eserin hiç doğmamış olması önemli değildir. Yaratıcı olumsuzlama olarak yazar uyduruk sebeplerden hayaletler yaratmıştır. Belki de bu yüzden hayaletler hayatla ölüm arasında kalmışlardır. Ne yaşıyordurlar ne de ölüp yok olmuşlardır. Seyit Lütfullah da onlardan biridir. Kendini mehdi olarak görür, yüzündeki normal dışılıkla (gözlerinden birinin akmış olması, ağzının çarpılmış hali gibi) yaratılmış mahlukatların en hilkat garibesidir. Sürekli olarak çıkıp, gelip, insanları rahatsız eder. Ortada bir haksızlık ve adaletsizlik varsa eğer hayaletler bunun hesabını yaşayanlardan, yani ‘geride kalanlardan’ sormaya geleceğine yönelik söylemlerde bulunur. Peşinde olduğu Kayser Andronikos’un hazinesi ve hayali sevgilisi Aselban ise onun için güzellik taşıyıcısıdırlar. Eğer hazineyi bulursa, sevgilisine de kavuşacaktır. Romanda, Seyit Lütfullah’ın yüzünü duvara dönerek Huddam’la konuşması ise başlı başına bir gerçek üstü alemle kurulan sahnedir. Aselban onu yanına çağırmadığı zaman ise Lütfullah sinir küpüdür adeta.
“O zaman garip bir gurur kendisini istila eder, ağzı köpüre köpüre kuvvetlerle düşmanını harap edeceğini, öldüreceğini söyler, etrafa hangi dilden olduğu pek bilinmeyen karmakarışık beddualar, lanetler yağdırırdı. ‘Ben… Ben ha… Ben… Şahıs benim ne olduğumu biliyor mu acaba? Şahıs biliyor mu acaba ben kimim? Ben şahsın başına belalar yağdırırım.’ Çünkü böyle zamanlarda Lütfullah’ın karşısındaki adam dahi ‘o’ veya ‘şahıs’ olurdu, ‘Şahıs bilir mi ki ben onu kül ederim?…”[3]
Gerçeklik algısı kusurlu olan karakter yaratmada Tanpınar hayal ile gerçekliği eş zamanlı gösterir. Bundan ötürü karakterler de hayalet olmuşlardır. Fizyolojik açıdan rahatsız olan Tanpınar’ın ruhsal yöndeki bulanımı karakterlerine de yansır. “Psikolojim de, yaptığım hataların, beceriksizliklerin, dalgınlıkların yüzünden bozuk. Hep kendi aleyhimde düşünüyorum. Ömrümün en tehlikeli muhasebelerini yaşıyorum. Bir an geliyor ki, hayatta insan kendisine karşı itham ediyor.”[4] Belki de bu yüzden çoklu kişilik onda yer etmiştir, yanılmıyorsam Suat’ın Mektubu’nun bir yerinde “ben kaç kişiyim zannediyorsunuz?” diye ortaya bir soru bırakır. Tanpınar’ın, yapıtında çoğul kişilikler sürekli olarak birbirleriyle mücadele ederek var olurlar. Tanpınar’ın, tek bir kişi olarak sırtlandığı kalabalık bu yüzden roman kişilerinden ibaret değildir. Tıpkı kendi hayatının birçok parçaya bölündüğü gibi. “Kaç kişiyim ben? Bazen bütün şahsiyetlerimi yan yana göz önüne getiriyorum, kalabalıkta kendim kayboluyorum. Hülasa, bölünmek, dağılmak, öyle bir haldeyim ki, birisi gelip de canlı mahlukların en mükemmeli kabuklu hayvandır, dese inanacağım. Mukavametsizliğin yıktığı adamım.”[5]
Demek ki, Tanpınar’ın kendisinin de oldukça çoğul şahsiyete sahip olduğu çıkarımını yapmamız kaçınılmazdır, aynı hayaletleri gibi… Bergson ve diğer filozofların felsefesinin etkisi altında yazdığı psikolojik ve zamansal tahlil romanlarıyla Tanpınar geleneğin içinden devşirdiği yabancı’ların ruhsal hastalıklarını görmekle aynı zamanda kendi içsel yalnızlığını yansıtmada hiç çekinmemiştir. Huzursuzluk psikiyatride kaygı (angst) onda hep gelecek zaman ile anlaşılır. Tanpınar, bu yüzdendir ki “istikbalsiz hayat” terimini kullanır. Sanırım Tanpınar’da, bireysel tepki eksikliği karakterlerin kendi içlerinden gelen öz-telkin yoksunluğundan ileri gelir. Tanpınar’la başlattığımız kısmı toparlayacak olursak, kaygının yarattığı kocaman hiçlikte insan, kendisini anlayabilecek insan arar. Diğer bir şekilde ifade edilirse: “Tutunacak bir yeri olmayan insan, her an binlercesi ile karşı karşıya olduğu etkileri ve izlenimleri bir düzene sokamaz ve davranışlarını neye göre ve nasıl ayarlayacağını, karşılaştığı olaylara nasıl tepki göstereceğini bilemez.”[6] Elias Canetti’nin Körleşme’sinde Therese’nin eve mobilya almaya gittiği gün Kien’ın evde yalnız kalmasıyla beraber kitaplığına sığınmasıyla canlanan o gerilimli sahne adeta bir esrime şölenidir. Kien, yapa yalnızdır ve tutunacak dalı da kitaplarından başka bir şey değildir. Ödü kopar onlara bir şey olacak diye. Müthiş bir canlılıkla hitap ettiği kitaplarına tarihte yaşadıkları acıları anlatır. Artık yaşamayan o yazarların hayaletleriyle konuşarak kendini bir tutar. İşe Çin tarihçesinden büyük bir kitap kıyımını anlatarak başlar, onların içine atıldıkları alevlerde sanki kendi de yanmış olarak acı çektiğini dışavurur. Onların vatanlarından koparıldıklarını, köle gibi davranıldıklarını, kolayca alınıp satılabilen bir meta haline getirildiklerini anlatır. Kien kitaplarını Therese’ye karşı savaşa hazırlamaktadır bir yandan. Therese, sinsi bir kapitalistin bütün özelliklerine sahip cahil bir kadındır. Kien’ın bütün korkusu kitaplarının Therese tarafından çalınmasıdır. Kitaplarının Therese gibi cahil bir kadının eline geçeceğine ölsün daha iyidir. Kien’ın tek isteği eski büyük kitaplığına tekrar kavuşmak ve onların içine derinlere dalarak Derrida’nın ifade ettiği tarzda “yaşamayı öğrenmek”tir. İşe bu yüzden onları kamufle ettiğini düşünerek, her birinin sırtını ters çevirerek başlar. Ama açılacak savaşta kararsızlıklar meydana gelir. Hayaletlerin içinde savaşa karşı gelenler bir de savaşa evet diyenler ortaya çıkar. Çünkü her kafadan bir ses çıkar, bu yüzden yönümüzü kitaplığımıza çevirdiğimizde ise sırtları bize dönmüş kitapların içinden uğultular gelebilir. Yalnız kulağımızı iyi dayamak gerekir bunun için.
“Gerçekte ağır bir görevdi Kein’ın üstlendiği. Savaşa ilişkin bir takım kararlar almak kolaydı. Güçlük, bunları tek tek uygulamaya koyarken kendini belli ediyordu. İlke olarak savaşa karşı gelenler, bir azınlıktan ibaretti. Asıl direniş kendisini bildirinin dördüncü maddesinin yani ordunun demokratlaşmasının gerçekleştirilmesi sırasında belli etti. Uygulamayı bekleyen ilk pratik önlem buydu. Gelgelelim böyle bir önleme boyun eğmeyi bir onur sorunu yapıp itirazda bulunanlar, sayılmayacak kadar çoktu. Bu deliler çalınmayı, ünlerinden feragat etmeye yeğliyorlardı. Schopenhauer, yaşama istencini dile getiriyor, bir yandan dünyayı bütünüyle kötü, olabileceklerin en kötüsü diye nitelendirirken öbür yandan bu dünya üzerinde yaşamın tadına alabildiğine varmaktan yana çıkıyordu, öte yandan bir Hegel ile omuz omuza çarpışmayı da kesinkes reddediyordu. Schelling eski suçlamalarını yineliyor ve Hegel’in öğretisinin, ondan çok daha eski olan kendi öğretisi ile özdeşliğini tanıtlıyordu. Fichte kahramanca ‘Ben!’ diye haykırmaktaydı. İmmanuel Kant yaşarken yaptığından çok daha kategorik bir biçimde sonsuz barış görüşünü savunmaktaydı. Nietzsche ise Dionysos, anti-Wagner’ci, anti-Hıristiyan ve kurtarıcı gibi değişik kişiliklerini dile getiriyordu. Fırsatı kaçırmayıp bunların arasına karışan başkaları da bu anı, hem de böylesine dönüm noktası niteliğindeki bir anı, çevrelerince ne denli yanlış anlaşıldıklarını haykırmak için kötüye kullanıyorlardı. Sonunda bu kitapların işini bitiren Kien, Alman Felsefesinin garabetler cehennemine sırtını dönebildi.”[7]
Zavallı Kien, bu curcunada ne yapacağını bilemez hale gelir. Ve “ordunun demokratlaşması” umudunu başka kitaplara yöneltir. Ama çıktığı merdivenden birden yere düşer, kafasından kanlar akar. Anlaşılan Kien’ın muhatap olduğu hayaletler ona gereğinden fazla ağır gelir. Therese gelene dek ortalık yerde boylu boyunca yatar. Artık bir ölüden farksızdır Kien. Zaten karısının gözünde de yüzü gözü içine çökmüş hayaletten farksız iskeletor biridir, kısacası erkek demeye bin şahit ister! Şimdi de hakkettiğini bulmuştur Kien, ölerek. Yerde uzun boylu Kien’ın cesedi vardır artık, hayaleti ise kitaplığın içine kaçmış onu diğerlerinin yanından izlemektedir. Ta ki, Therese ve kapıcının Kien’ı yeniden canlandırmasına kadar…
Peki ya İvan İlyiç’in bir tabutun içindeki yatar görüntüsünü zihnine kazımayan bir okur var mıdır? “Ölü bütün ölüler gibi tabutunda yatıyordu: katılaşmış ve büsbütün ağırlaşmış kol ve bacakları tabutun dibine serili ince şilteyle gömülmüş, başı yastığında sonsuza dek bükülmüştü ve bütün ölüler gibi balmumu sarısı alnıyla, çökmüş şakaklarına dökülen saçlarını ve üst dudağına abanan kabarık burnunu sergiler gibiydi.”[8] Romanın sırf içindekileri değil bu “ölü” herkesi sarmıştır kuşkusuz. Ortada tabutun içinde yatan cansız bir beden, tıpkı pazar yerinde sergilenen ürün gibidir. Nitekim, “Böyle ölmek, dünyadan sessizce çekilip gitmek olmadığı, olamayacağı için, bir taraftan pornografiye, öte taraftan reklama dönüşür”[9]. Ama bu pornografik görüntünün sıradanlığını söylemeden geçmeyelim. Ölü bir beden, nihai bir boşluğu, o var olmayışı temsil eder. “İvan İlyiç’in Ölümü’nde Tolstoy’un, bugün ise, daha ruhsuzca tıpçıların söylediği gibi, ölümden bir an önce gelen alan gerçekten büyük bir ferahlama, rahatlık, zihin açıklığı ve uyarılma zamanıysa bütün bu duyguların ömür boyu çevrenizdeki herkese dair biriktirdiğiniz izlenimlerin bütününü oluşturduklarını daha şimdiden düşünebilirsiniz. Bilin ki reklamsız ölmüyorsunuz: pornografi ve reklam olarak ölüm, kendini ölmeye terk etmiş, ölmeye yatmış insanın tek mümkün davranış tarzıdır”[10] Freud’un da başka bir açıdan diyeceği gibi, “Kendi ölümümüzü hayal etmek gerçekten de olanaksızdır; bunu her hayal etmeye kalkıştığımızda, aslında o anda bile bir seyirci konumunda olduğumuzu algılayabiliriz.” Özetle, olay bundan ibarettir. Ama ölüm karmaşık bir meseledir, onu mesele edinmek gerektiğinde küçük şeyleri izlemekten etmekten başka bir şey kalmaz elimizde, tıpkı bir seyirci olan Tolstoy’un yaptığı gibi.
Edebiyatın yaratıcı dünyasından ele aldığımız bu türden romanlarda ölüme doğru varoluşu ve hayaletlerin baskısını hissederiz. Ölümden sonra edebiyat yaşama anlamını veren merciye dönüşür. Her türlü mutlak zorunluluktan azade hayaletler ise ölümden sonra bir zaman umudu olmadığı için zamanlarımıza musallat olmakla kendilerini hatırlatmayı bir borç bilirler. Hayalet, Ölüm, Edebiyat… Edebiyat “boşluk” prensibine girmeden anlam katmayı okura öğretir. Edebiyat, hiçbir şey olmak/lığında hayaletleri var eder. Edebiyat bir umut ışığı değildir, umudu insan kendisi yaratır, bu ölümdeki bir umut olsa dahi. Hatta o umudu romanın içinden yaratır. Ne var ki, tekrar umutsuzluğa düşebilir, olması gereken de budur. Çünkü varoluşa anlam veren tek içkinlik düzlemine girmek mutsuzluğu gerektirir. Hayaletlerden bir umut ve anlam çıkararak dünyada olmayla, “ulaşmak istediğim şeyi ele geçirme olanağı bana sadece ölüm tanır; sözcüklerde, onların anlamının tek olasılığıdır. Ölüm olmasaydı her şey anlamsızlığa ve hiçliğe yuvarlanırdı.”[11]
Kaynaklar
Baker, U. (2009), Yüzeybilim Fragmanlar, Birikim: İstanbul
Blanchot, M. (1994), Edebiyat ve Ölüm Hakkı, sayı 22, Metis: İstanbul
Canetti, E. (2014), Körleşme, Sel Yayıncılık: İstanbul
Derrida, J. (2001), Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı: İstanbul
Derrida, Jacques: Kendime Karşı Savaştayım, Çev. Saadet Özen. Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, sayı:47/48, 2006c, s.174,186.
Fromm, E. (2015), Sahip Olmak ya da Olmamak. SAY: İstanbul
Tanpınar, A.H. (2016), Hep Aynı Boşluk: Denemeler, Mektuplar, Röportajlar. Dergah Yayınları: İstanbul.
Tanpınar, A.H. (2013), Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah: İstanbul.
Tanpınar, A.H. (2007) Tanpınar’ın Mektupları, Dergah: İstanbul
Tolstoy, L.N. (2014), İvan
İlyiç’in Ölümü, İş Bankası Kültür Yayınları:
istanbul
[1] Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yayınları. s.11
[2] Jacques Derrida, Kendime Karşı Savaştayım, Cogito. YKY. s.174,186 (vurgular bana ait)
[3]Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Ensititüsü, Dergah Yayınları. s.47
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanpınar’ın Mektupları, Dergah Yayınları. s.265
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hep Aynı Boşluk, Dergah Yayınları. s.339
[6] Eric Fromm, Sahip Olmak Ya da Olmamak, SAY. s.174
[7] Elias Canetti, Körleşme, Sel Yayınları. s.127, 128. (Not: kitaptaki dip notlar konulmamıştır.)
[8] Lev Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü, İş Bankası Kültür Yayınları. s. 5
[9] Ulus Baker, Yüzey Bilim Fragmanlar, Birikim Yayınları. s.244.
[10] Ulus Baker, Yüzey Bilim Fragmanlar, Birikim Yayınları. s. 244.
[11] Maurice Blanchot, Edebiyat ve Ölüm Hakkı, Defter Dergisi, Metis Yayınları. s.141
Övünç Demiray – edebiyathaber.net (22 Haziran 2020)