Parka girerken ıslıkla “Bize Her Yer Ankara”yı çalıyordu. Çiçeklerin yanındaki bankta, makam odasındaki koltuğuna oturmuş gibi, bacak bacak üstüne atmış adamı tanıdı: Eski okulundaki matematik öğretmeni ve müdür yardımcısı Kenan Hoca; nam-ı diğer Dayı Kenan. “Ooo Hocam, her zaman olduğu gibi çok jantisiniz,” dedi. Ciddi mi, dalga mı geçiyor, anlayamadı Hoca. “Sen de çok yakışıklısın,” dedi. İçinden de nereden rastladım bu oğlana, diye düşünüyordu. “Sağ ol Hoca” diye umursamaz bir tavırla sürdürdü konuşmasını. “Unutmamışsındır hiç yüzünden kapının önüne koymuştun beni.” Hak etmiştin, demeyi düşündüyse de vazgeçti. “Benim kararım değildi. Kurul oy birliğiyle ilişiğini kesti,” “Bırak Hoca bu işleri, sen ve müdire hanım istemese kimse karar marar alamazdı,” önceden hazırmış gibi ağzından bir çırpıda çıkmıştı sözcükler. İçinden la havle çekti Kenan Hoca. “Sen üç yıl önce de böyleydin. Hiç değişmemişsin, yalnızca boyun uzamış, kasların gelişmiş. Keşke aklın da biraz nasiplenseydi!” “Aklım bana yeter Hoca,” diye diklendi. Oyun hamuru gibi gördün beni. İstediğin gibi eğip bükemediğin için de çok bozuldun. En ufak yanlış davranışımda hep sarı kart gösterdin; daha ilk yarı bitmeden de kırmızı!”
Köşedeki köfteciden iştah kabartan kokular geliyor, caddeden geçen araçların gürültüsüne, parkta koşturan çocukların şamatasıyla, kavga eder gibi gaklayan kargaların sesi karışıyordu. “Vay, vay, vay, neler de öğrenmişsin. Boyundan büyük laflar ediyorsun. Karşı karşıya olmasak, birisi kulağına fısıldıyor diyeceğim; yeni okul yaramış galiba.” Kısa bir soluklanmadan sonra, “Hiç çalışmıyordun. Şimdi olduğu gibi, saygısız ve uyumsuzdun. Ders dinlemez aksine sabote ederdin. Susmazdın. Arkadaşlarını, özellikle kızları taciz ederdin. Ve daha bir sürü şey, yalan mı? Seni okuldan atmayıp da ne yapacaktık? Anlaşılan çok da değişmemişsin,” “Dinlemeden makineli tüfek gibi saydırdın; hâlâ aynı oyun havası, sen de değişmemişsin Hoca.” Cebindeki paketten bir sigara çıkarttı; karşısındaki adamın gözlerinin içine bakarak yaktı. Topuklarına kadar içine çektiği dumanı suratına doğru üfledi. ”Terbiyesiz,” diye haykırdı Kenan Hoca. Ardından ayağa fırladı; sağ elini hızla havaya kaldırdı; tokat atacaktı. Havadaki elini tuttu Ozan. “Sakın bir daha deneme,” dedi. Kolunu kurtarmak için çabaladıysa da izin vermedi; sonra bıraktı. Duyulur duyulmaz bir ses tonuyla, “Senin adam olmaya hiç mi niyetin yok?” diye sordu Kenan Hoca.
Çocuk sesleri ve seyyar satıcı bağırtıları bile kuğuların keyfini bozmamış; çevreye aldırmadan, çok önemli bir iş yapıyormuş gibi, havuzda bir aşağı, bir yukarı, volta atıyorlardı. Bulutlar güneşe doğru aheste bir yürüyüşe başlamış; hafiften bir esinti çıkmıştı. O gün, gözlerinin önünden film karesi gibi geçti Ozan’ın; dolabını boşaltırken onu sirk hayvanı seyreder gibi izleyen, fırdöndü üç beş oğlanla, birkaç gıcık kızın, sevinçli halleri hiç aklından çıkmamıştı. Kenan Hoca anlamsız bir ifadeyle Ozan’ın yüzüne bakıyor; o da tam karşısında asker gibi dikiliyordu. Minicik bir sessizlikten sonra, “Dersler nasıl?” diye sordu. Bir an önce tüymek istiyor, diye düşündü Ozan. Laubali bir tavırla, “Dersler fena değil, idare eder hoca,” dedi. “Özellikle İngilizcem, çok iyi, sınıfın İngilizcesi de öyle; Nevin Hocayı dinlemek yetiyor. Nevin Çetin…” Cümlesini bitirmeden gözünü hocanın yüzüne dikmiş; mimiklerini izliyor, gelecek cevabı bekliyordu. Hocanın suratı karmakarışık olmuş; kırmızı bir balon gibi yavaş yavaş şişiyordu. Nevin Çetin, Kenan Hocanın kuzeniydi. “Okuldaki tüm erkeklerin sevgilisi, bacaklarına çok güvenir. Yaz kış mini etek giyer; sarı saçlı, dolgun dudaklı, iri göğüslü, yuvarlak hatlı müthiş bir fıstık.” İtlaf ekiplerinin elinden kaçarken, köşeye kıstırılmış köpek gibi bakıyordu Kenan Hoca. “Bunları bana niye anlatıyorsun?” Bu beladan nasıl kurtulacağım diye düşünürken, eski öğrencisinin yedi göbek sülalesine saydırıyordu. “Hatırlıyor musun Hoca, ilişiğimi kesmek için okula geldiklerinde aileme seks bağımlısı olduğumu söylemiştin. Sürekli cinsellikle ilgili espriler yaptığımı, merdiven altlarında kızların bacaklarını dikizlediğimi, içlerinden birinin şikâyetçi olduğunu o nedenle kurula sevk edildiğimi söylemiştin. Annem de şaşırmış, “Sapık değil benim oğlum. Seks bağımlısı demek bu kadar kolay mı? Sanırım abartıyorsunuz,” diye, isyan etmişse de dinlememiştin. Ne yalan söyleyeyim; ilk o gün suratını dağıtmak istemiştim,” dedi. Hoca ters ters baktı. Bir yanıt vermek istiyor gibi nefeslendi. Aklından geçen şeyler ağzından söz olup çıkamadı.
Yavaş da olsa esmeye başlamıştı. Uzaktan tablası boşalmış bir simitçiyle, bir ayakkabı boyacısı geçiyordu. Çocuklarla, kargalar gitmiş; insanlar aceleleri varmış gibi koşturuyor; parktaki kalabalık giderek azalıyordu. “Nevin Hocayı anlatıyordum,” diye devam etti Ozan. “Hiçbir derste susmayan bizim Ha Babam Sınıfında, Nevin Çetin’in dersinde çıt çıkmaz. Derslerini gezerek anlatır. Hoca neredeyse gözler orada. Arkaya doğru yürüdüğünde önde oturan erkek öğrenciler bir robot gibi kafalarını gövdeleriyle birlikte çevirir, Hocayı takip ederler. Kızlar da büyük bir sessizlik içinde orta oyununun bir parçası olur; bütün sınıf sus pus, Nevin Hocayı dinleriz. Yalnızca o nedenle hemen hepimizin İngilizce notları iyidir,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bunları dinlemek istemiyorum; ben gideceğim,” dedi. Bir yandan da, kalkmaya davranıyordu. Elleriyle omuzlarından yavaşça, fakat kararlı bir şekilde oturduğu banka doğru bastırdı Ozan. “Asıl heyecanlı bölüm şimdi başlıyor; istersen acele etme Hoca,” dedi. Kaldığı yerden devam etti. “Son ders zili çalınca sınıftaki erkeklerin büyük çoğunluğu, kürsünün etrafını çevirir, Nevin Hocaya laf olsun diye sorular sorarız; o da bir gayretle anlatmaya girişir. Olan bitenin farkında mıdır? Yoksa gerçekten bu kadar öğrenme meraklısı olduğumuzu mu düşünüyordur; bilmiyorum. Gözü kara erkekler, oto tamircileri gibi masanın altına yatıp, Nevin Hocanın en ücra noktalarına kadar gözlerine banyo yaptırır, kızlar kıkır gülerken, bir şey olmamış gibi ayağa kalkar, pişmiş kelle gibi sırıtarak hızla sınıftan çıkarlar!” diye noktaladı.
Deli dolu bir rüzgâr, ağaç dallarını çatırdatmaya, yerde ne var, ne yoksa havalandırmaya başladı. Gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Ardından sıkı bir yağmur gelecek gibiydi. İki köpek önlerinden koşar adım geçti. “Sana bir soru sorabilir miyim Hoca,” diye devam etti Ozan. İstemeyerek de olsa, “Sor, çok geç kaldık. Hem de hava bozdu. Sonra da gidelim,” dedi. “Biraz zor gideriz,” der gibi Hocanın şaşkın suratına baktı Ozan. “Şimdi, bizim sınıftaki erkeklerin tamamı seks bağımlısı mı oluyor? Güliver’in cüceler ülkesindeki roman kahramanları gibi önce gözleri, sonra kendi küçüldü. “Şey,” diye kekeledi. “Yine de davranışınız onaylanır değil,” diye politik bir yanıt verdi. “Artık gidelim,” dedi. “Acele etme Hoca, biraz da sen anlat. Bensiz hayat nasıl? Okulda her şey düzeldi mi? Yoksa patronla kafa kafaya verip kasapçılık oynamaya devam mı ediyorsunuz?” Sanki kapısı kapalı bir odada oturuyorlarmış gibi, Hocanın gözü hayalindeki sanal kapıdaydı; açılsa bir dakika bile düşünmeden fırlayıp kaçacaktı. Uzunca bir süre sessiz kaldı. Söylemek istediklerini ölçüp biçiyor olmalıydı. “Olayları çok yanlış değerlendiriyorsun. Bilirsin ben seni oğlum gibi severim.” İçinden gülmek geldiyse de dişlerini sıktı Ozan. “Yanlış hatırlamıyorsam bu konuyu daha önce işlemiştik. Başka bir şey söylemeyi dene istersen. Nevin Hocayı tanıyıp tanımadığını da hâlâ söylemedin.” Bir yandan da şımarık bir çocuk gibi gülümsüyordu. Kenan Hoca birden ciddileşti. “Çok oluyorsun, artık yeter,” diye feryat etti. Öfkeden yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Sen de beni çok kızdırıyorsun Kenan.” Yeter ulan orospu çocuğu,” diye bağırarak ayağa fırladı Hoca. Havuzun kenarında yere çakılı gibi duran gevşemiş iri taşlardan birini aldı. Son hızla Ozan’ın üzerine geldi: kendini korumasa kafasını parçalayacaktı. Ayaklarının üzerinde çökerek, eskiv yaptı; çenesine sert bir kroşe patlattı; yere düştü Hoca. Elinden fırlayan taşı aldı. Düzgün kesimli üçgen bir taştı. Yüzüne yüzüne vuracaktı ki, ara ara ortaya çıkan içindeki ses, “Dur, ne yapıyorsun?” dedi. Büyük bir üçgen peynire benzeyen taşın en sivri yeriyle her iki kolunun üst bölümüne defalarca vurdu. İki kolunu da aylarca kullanamazdı. Acıdan suratının şekli değişmişti. Son bir gayretle ağzını açtı. “Senin ananı…” diye başlamıştı ki, elindeki taşı ağzının üstüne yapıştırdı. Çenesi kırılmadıysa bile dişlerinin yarısı dökülmüş olmalıydı. Arkasına bakmadan koşarak parktan çıkarken, o da yerden taşı almasaydı, diye düşünüyordu.
edebiyathaber.net ( 7 Temmuz 2020)