“Aslı, kalk hadi halacığım. Uyunmaz böyle günde.”
Penceredeki iri gözlü kuş halamın sesinden konuşarak bana doğru yaklaşıyordu. Önce ayaklarım üşüdü sonra tüm bedenim. Kuş tüy tüy yok oluyordu. O an anladım, rüyamdan uyandırıldığımı. Gözlerimi aralayınca halamı siyahlar içinde buldum. Kuş rüyadan atlayıp halam mı olmuştu sahiden? Kıkırdamaya başladım. Halamın gözleri büyüdü. Şimdi daha da benzemişti rüyamdaki kuşa. Sertçe bir şaplak yedim baldırıma.
“Kalk kız, bir de kıkırdıyorsun.”
Niye tokatlandığımı anlamadım ama utandım. Bacaklarımın arasını yokladım. Islaklık yoktu. Sabah sabah utanılacak başka ne yapmış olabilirdim? Suçlulukla karnıma çektim bacaklarımı.
“İyi de hala bugün okul yok ki.”
“Annen hiç adet öğretmiyor mu sana? Mevlit var bugün. Kalk hadi ayıp.”
Adet mi? Matematik ödevindeki “kaç adet kalmıştır” gibi mi? “Annem öğretmedi ama problemleri çözerken işlemlerin sonuna hep ‘adet’ yazıyoruz.” dedim. Halam buz gibi bakıyordu. Bu sabah bana neden bu kadar kızgın anlamıyordum. Ama mevlidin ne demek olduğunu biliyordum. Hasan, geçen yaz sünnet olmuştu da mevlit okutmuştuk evde. Herkes aynı kitabı açıyordu. Biri okuyor diğerleri dinliyordu. Arada da ‘âmin’ diyorlardı. Babaannem âmin denince elimi yüzüme sürmemi söylemişti. Sürmüştüm. Sürdüğümü gördükçe aferin anlamına gelen bir baş hareketi yapmıştı. Hoşuma gitmişti. Bu oyunu her âminde tekrarlamıştım. Hem bu erkekler sürekli sünnet mi olacaklar böyle? Ne çok pipili pilav yiyesimiz varmış.
Kalktım. Halam pencereye yöneldi. Güneşlikleri açtı. İçeriye ışık doldu. Saat kaçtı? Sırtını pencereye dayadı halam. Işık iyice azaldı. Yatakta oturmuş yüzüne bakıyordum. “Var mı siyah bir şeylerin?” dedi. Üzerime baktım. Mor kedili pijamalarımın nesi vardı? “Bunlarla inme aşağıya, siyah bir şeyler bul üstüne. Giyin de gel hadi halam.” dedi başındaki örtüyü düzeltirken. Halam ne zamandır saçlarını örtüyordu.
Cumhuriyet Bayramı için hazırladığımız jimnastik gösterisinde giydiğim siyah taytla tişörtü buldum dolapta. Kırmızı kurdelesi ilişik kalmıştı yakasında. Çıkarmadım. Saçlarımı da taramadan topladım. Ayaklarıma babaannemin ördüğü morlu pembeli ev patiklerini geçirdim, merdivenden aşağıya koşturdum.
Sucuklu yumurta kokusu beklerken fıstık kokusu kaplamıştı salonu. Bir de siyah kıyafetli kadınlar. Hepsi birbirine benzeyen başörtüleri arasında babaannemi arıyordum. Rüyamı anlatacaktım. Dinleyecekti. Önce “Allah feraha çıkarsın kızım.” diyecekti. Sonra şöyle bir arkasına yaslanıp düşünecekti. Doğrulunca da ya, git suya anlat, ya da, bahçedeki sarmaşıktan bir yaprak kopar da defterinin arasına koy, diyecekti. Ama babaannemi bulamıyordum. Bu sabah evdeki kalabalığın bir sünnet kalabalığı olmadığını o an anlamıştım. Ne bir balon vardı etrafta ne de doğum günü pastası gibi süslenmiş bir yatak. İçim rahatladı. Hasan’ın havasını çekmek zorunda kalmayacaktım bir daha.
Salon kapısında dikilmiş tek tek kadınların yüzüne bakıyordum. Babaannem yoktu. Kavrulmuş fıstık kokusuna doğru gittim. Mutfakta bir telaş, ocakta iki büyük tencere, başında da yine siyah örtülü iki kadın vardı. Annemle halam masaya boydan boya dizilmiş tabakların başındaydılar. Onların başında da yine aynı siyah örtüden vardı. Yanlarına gittim. Annem beni fark edince elindeki tabağı bırakıp eğildi. Kalktın mı, dedi. Gözleri şiş, yüzü kırmızıydı. Anne noluyor, dedim. Sarıldı. Ben de ona sarıldım. Daha da sıktı bedenimi. Zaten gövdesini sarmaya yetmeyen kollarım zayıf kaldı. İki yanıma düştü. Omzum ıslanmaya başlamıştı. Annem ağlıyor muydu? Halam araya girdi. “İyi etmişsin bunları giymekle Aslıcığım ama şu kurdeleyi çıkar, bu olmaz.” diye çekiştirmeye başladı yakamı. Elinden sıyrılmaya çalışırken “Hala noluyor?” dedim. “Sünnet mi var yine?” Yine büyüttü gözlerini. Ellerini çekti yakamdan. “Hadi kızım sen bir bahçeye çık babanı bul. Bak çok iş var burada. Hem söyle şu yakandaki kurdeleyi de çıkarsın” dedi. “E kahvaltı etmeyecek miyiz?” dedim. “Yavrum ne kahvaltısı.” diye terslendi. “Peki, babaannem nerede?” diye boyun büktüm. Cevap vermedi. “Rüya gördüm, unutmadan anlatmam lazım.” diye üsteledim. Halamın yüzünden bir bulut geçti sanki. Öfke mi üzüntü mü olduğunu anlayamadığım bir bulut. Arkasını döndü. Tabaklarla oynamaya başladı yeniden. “Sen bahçeye çık ben seni kahvaltıya çağıracağım.” dedi çatallanmış sesiyle. Anneme baktım. Masanın kenarındaki sandalyeye oturmuş mutfağın küçük camından arka bahçeyi izliyordu. Kahvaltı için; yanmaya yüz tutmuş fıstık kokusu, bu kadar siyah renk ve annemin beni görmezden gelmesi fazlaydı. Midem bulanmaya başladı. Kendimi bahçeye attım.
Bu kez de içerideki kabalığın bir başka çeşidiyle bahçede karşılaştım. Babamın işten birkaç arkadaşı, umut marketin sahibi Ali amca ile sivilceli oğlu Umut, dedemin baklava dilimli kazağından giymiş bir sürü başka dede, annemin gün arkadaşlarının kocaları, mahalleden tanıdık gelen yüzler ve tanımadığım başka yüzler. Eğri büğrü bir çember oluşturmuş kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Yakamdaki kurdeleyi oynayarak aralarında dolanmaya başladım. Babamı arıyordum. Kimi saçlarımı okşuyor kimi yüzümü avuçlarının arasına alıp öpüyordu. “Sen Aslı mısın?” diyen bir amcaya yaklaştım. “Baba mı gördünüz mü?” dedim. “Aslısın ya.” dedi. Sorumu duymamış gibi davranıyordu. Önce saçlarımı okşadı sonra da yüzümü avuçlarının arasında alıp öptü. Sıkılmıştım. “Babam!” dedim daha yüksek bir sesle. Geri çekildim. “Murat ileri gitti.” dedi eliyle sarmaşığın tarafını göstererek. “Çeşmenin başına.”
Eğri büğrü çemberden kurtuldum. Sarmaşığa doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça babam netleşiyordu. Çeşmenin yanına çömelmişti. Yüzü avuçlarının içindeydi. Beni görmüyordu. Dibine kadar gelince başını kaldırdı. Aynı şiş gözleri, kırmızı yüzü babamda da gördüm. Noluyor baba, diyemeden sarıldı. Bedenimi annem gibi sıkmaya başlamıştı ki olan gücümle ittim kollarını. “Sıkıldım!” dedim. Sesim benden bağımsız yükseliyordu. Geriye çekildi. “Ev çok kalabalık, annem beni duymuyor, halam yakamdaki kurdeleye kızdı, babaannemi bulamıyorum. Noluyor?” diye bağırdım. Babamın şiş gözlerine yaşlar dolmaya başladı. Canım yandı. Boynuna atıldım hemen. “Özür dilerim babacığım.” dedim ellerimi saçlarında gezdirirken. Ben ne zaman üzülsem saçlarımı okşardı. Sakinleşirdim. Sakinleşir sandım ama gözlerine dolan yaşlar hızla yüzünden kaymaya başladı. Korktum. Demek ben ağlayınca babam da böyle korkuyordu. Bu kez ben ona babalık yapmaya karar verdim. Yüzünü ellerimin arasına aldım, tıpkı üzüldüğüm zamanlar bana yaptığı gibi. “Bana her şeyi anlatabileceğini biliyorsun değil mi?” dedim. Ağlaması durur gibi oldu. Gülümsedi. Ona cesaret vermek için yüzüne daha da yaklaştım. Birkaç defa ağzını araladı, kapattı. Sonunda “Babaanneni kaybettik kızım.” dedi. Ellerimi babamın yüzünden çektim. “Polisi aradınız mı?” dedim telaşla. Cevap vermedi. Gülümsemesi de gitti. Şaşkın bakışlarından şüphelendim. “Eğer numarasını bilmiyorsanız söyleyeyim, biz okulda öğrendik baba, 155’i arayacağız.” dedim. Babam az önce çömeldiği yarı ıslak toprağa oturuverdi. Sorun neydi, neden evde her soru sorduğum böyle davranıyordu, babaannem neredeydi, nasıl kaybolmuştu? Cevap alamadıkça öfkeleniyordum. Aklıma Selin’in babaannesi geldi. Her şeyi unutuyormuş. Ne zaman babaannesi evden çıksa annesi arkasından Selin’i gönderiyormuş. Bir gün, bakkala gideceğim, demiş. Evden çıkmış. Selin de arkasından çıkmış. Ama bakkala gitmemiş. Yol boyu yürüyüp mahallenin sonundaki mezarlığa girmiş. Selin korkup eve dönmüş. Sonra annesi ile birkaç komşu gidip almışlar. Sürekli kayboluyor, demişti Selin. “Selin’in babaannesi gibi mi kayboldu?” dedim babama. Öylece baktı yüzüme. “O zaman mezarlığa bakabiliriz. Çünkü Selin’in babaannesi ne zaman kaybolsa mezarlıkta buluyorlarmış.” dedim. Babam derin bir nefes aldı. Yorgun görünüyordu. Her hareketi o kadar yavaştı ki. Bu kadar soru sormamdan yorulduğunu düşündüm. Sustum. İçim içimi yiyordu ama. Önce polisi ararız sonra da gider mezarlığa bakarız, diye geçiriyordum içimden. O ara arkadan bir amca seslendi: “Murat, namaz vakti geldi oğlum. Hadi çok bekletilmez ölü, çıkalım.”
Yüzümü bir sıcaklık sardı. Sonra boynuma indi. Ardından karnımda büyük bir taş oldu sanki. Ölü kelimesi kulaklarımda çınlıyordu. Babam yerden güç alarak doğruldu. Ellerinin tersiyle yüzünü sildi. Sonra üstünü silkti. Yanıma yaklaştı. Ona bir şeyler demek istiyordum ama karnımdaki taş izin vermiyordu. Saçlarımdan öptü. Bahçe kapısına doğru yürümeye başladı. Bahçedeki diğer amcalar ve dedeler de yavaş yavaş yerlerinden kalkıp babamı takip etmeye başladılar. Arkalarından koşmak istiyordum ama karnımdaki taş buna da izin vermiyordu. Bahçenin boşalmasını bekledim. Bahçedeki homurtu azaldıkça evin içinden gelen sesler daha belirginleşiyordu. Hasan’ın sünnet mevlidinde okunan kitaptaki cümlelere benziyordu duyduklarım. Tek farkı o cümlelere çatal bıçak tabak bardak sesleri değil hıçkırıklar eşlik ediyordu.
Çeşmeye yaklaştım. Musluğu sonuna kadar çevirip suyun etrafı ıslatmasını izlemeye başladım. “Bir rüya gördüm babaanne. Odamın penceresinde kocaman bir siyah kuş vardı. Gözleri kafasının yarısı kadardı. Kafasını her yöne döndürüyordu. Sonra kuş konuşmaya başladı. Ama sesi halamın sesiydi.” dedim. Akan suyu biraz daha izledim. Sonra musluğu kapattım. “Allah feraha çıkarsın.” dedim kendi kendime. Sarmaşıktan bir yaprak kopardım. Anlamıştım. Babaannem kaybolmamıştı, babaannem bu dünyadaki yolunu kaybetmişti. Tıpkı bana “Ölmek ne demek babaanne?” diye sorduğumda verdiği cevaptaki gibi: “Ölmek bu dünyadaki yolunu kaybedip diğer dünyada yeni bir yol bulmaktır kuzum.”
edebiyathaber.net (9 Temmuz 2020)